Zulümle uzlaşmak mı adaleti hâkim kılmak mı?
Zulüm tarih boyunca insanlığın en önemli sorunudur. Başlangıcı Hz. Âdem (a.s.)’in iki oğlundan birinin kurbanının kabul edilmemesi üzerine onun, kurbanı kabul edilen kardeşini öldürmesi olayına kadar gider.
Çağımızda dünyanın her tarafında zulüm ve haksızlık sorunları yaşanıyor. Bu yüzden çeşitli çekişmeler ve problemler devam ediyor. Bir yandan da bu problemlere çözüm bulunması için çalışmalar yapılıyor.
Çağımızda yaygın olan görüşe göre problemlerin çözüme kavuşturulmasının yolu uzlaşmadır. Biz de uzlaşmanın önemli ve gerekli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bir problemin çözümü ya bir üst gücün tarafları belli bir çözüm formülüne razı etmesi, ya da tarafların kendi aralarında uzlaşma sağlamalarıyla mümkündür. Ama uygulanacak çözüm formülü de önemlidir. Formülde ya adalet icra edilecek hak yerini bulacak, ya da bir taraf zayıf olması sebebiyle güce teslim olmaya ve önüne konan formülü kabullenmeye mecbur edilecektir.
Dayatılanı kabule zorlanma bir “uzlaşma” olarak dışa yansıtılsa da gerçekte çözüm değildir. Çünkü haksızlık ve sorun devam etmektedir. Sorunun bu şekilde sonuçlandırılmasında adalet değil kuvvet zafer kazanmıştır. İnsanlık tarihi ne yazık ki bunun pek çok örneğine şahit olmuştur. Bundan dolayıdır ki Filistin İslâmî direnişinin manevi lideri Şeyh Ahmed Yasin, adaletin muzaffer olabilmesi için güçlü olmasının gerekliliğine özellikle dikkat çekiyordu. Adaletin güçlü olabilmesi ise adalete inananların ve hakkın yerini bulmasından yana olanların ona destek vermeleri, adaletin safında güçlerini birleştirmeleri ile mümkündür.
Türkiye’de yıllardan beri devam eden bir başörtüsü yasağı sorunu var. İnsanların inançlarının gereğini yerine getirmelerinden dolayı meşru haklarından mahrum edilmeleri haksızlıktır. Ama bazıları dayatılanı kabullenmekle bu problemin çözüleceğini düşünüyor ve çözümün orada aranmasını öneriyorlar. Bunun mümkün olduğunu herkes tahmin edebilir. Ama asıl çözüm haksızlığın ortadan kalkmasıyla mümkündür. Diğeri ise çözüm değil güce ve dayatılana teslim olmaktır.
Uzlaşma elbette imkânsız değildir. Mümkün olduğu gibi aynı zamanda sorunsuz hayatı, huzur ve istikrarı isteyen herkesin arzusudur. Resûlullah (s.a.s.)’ın mücadelesinde de birçok uzlaşma örnekleri görürüz. Ama bunların hiçbiri zulmü ve haksızlığı meşrulaştırma tarzında bir uzlaşma değildir. Buna binaen uzlaşmadan doğacak sonuç haksızlığı meşrulaştırma ve haksızlığa uğratılanları görmezden gelme olmamalıdır.
Resûlullah (s.a.s.)’ın bazı uzlaşmalarında zulmü bir yerde durdurmanın esas alındığını görürüz. Yani zulmü tümüyle ortadan kaldırma imkânına sahip olamadığı durumlarda bir yerde durdurmak, daha ileri gitmesini engellemek amacıyla uzlaşmaya vardığı yerler de olmuştur. Ama bu uzlaşmalar engellenemeyen zulmün meşrulaştırılması, onaylanması anlamına gelmez. Günümüzde de ateşkes anlaşmalarında ve buna benzer “dokunmama” anlaşmalarında bu tür uzlaşmalar örnek alınmaktadır. Yani haksızlığı bir yerde durduruyorsun, ama engelleyemediğin kısmını da onaylamıyor; “şimdilik bu kadarına güç yetirebiliyor; güç yetiremediğim kısım hakkında da adaleti ve hakkı savunmaya devam ediyorum” diyorsun. Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen esir Siyonist askerin sağ olduğuna dair görüntülere karşı yirmi Filistin kadın tutsağın serbest bırakılmasının sağlanması da bu türdendi. Adalet kısmen icra ediliyor ama zulmün kalan kısmı onaylanmış değil.
Çağımızda Müslüman halkların mağduriyetine sebep olan zulüm uygulamalarının başında haksız işgaller geliyor. İşgalden dolayı mağduriyete maruz kalan halklardan biri de Çeçenistan halkıdır.
Ne yazık ki Çeçenistan davası da zamanın yıprattığı, insanların gözlerinin ve kulaklarının alıştığı, dolayısıyla rutinleşen ve unutulmaya terk edilen davalar arasına girdi. Fakat böyle olması acaba orada sorunun sona erdiğini, haksızlığa uğratılan yüz binlerin haklarına kavuşturulduğunu gösterir mi?
İşgal olayı İslâm âleminde “uzaktan kumandalı yönetim” modellerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Günümüzde bu modele girenlerin sayısı az değil. Ama bazıları fiili olarak işgalin sürmesinde, işgalcilerin çıkarlarının korunmasında aktif görev almışlardır. Filistin’de Mahmud Abbas’ın, Afganistan’da Hamid Karzai’nin, Çeçenistan’da Ramazan Kadirov’un bu türden olduğunu söyleyebiliriz.
Çeçenistan’daki şartları ve hâkim durumu, Kadirov rejimini kukla bir dikta rejimi olarak görenlerden, o toprakların özgürlüğüne kavuşturulması için mücadele edenlerden, yurtlarına dönemeyip de mülteci kamplarında oldukça zor şartlarda hayatlarını sürdürmeye devam edenlerden de sormak gerekir.
VAKİT
YAZIYA YORUM KAT