Zorunlu asimilasyon başarılı olamadı
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, 14 Nisan'da Harp Akademileri Komutanlığı'nda yaptığı konuşmada gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet dönemlerinde Kürtlere "sistematik asimilasyon uygulanmadığını" ileri sürdü.
Bu görüş gerçeği yansıtmıyor. Osmanlı değil ama Cumhuriyet döneminin kimlik politikaları, zorunlu (yani sistematik) asimilasyonu hedefledi.
Tarihe baktığımız zaman ya ulusların kendilerine bir devlet kurduklarını ya da devletlerin kendilerine bir ulus inşa ettiklerini görüyoruz. Bunların birincisine başlıca örnek Almanya, ikincisine başlıca örnek Fransa. İki model arasında neredeyse devletlerin sayısı kadar çeşitlilik var. Türkiye'nin izlediği yol Fransa modeline hayli yakın. Şöyle ki, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu'ndan miras kalan çok sayıda etnik ve dinsel gruptan "modern" bir Türk ulusu inşa etmeye girişti. 20. yüzyılın başında geçerli olan anlayışa göre, "modern" bir toplum ancak aynı dili konuşan ve aynı kültürü paylaşan, türdeş bir toplum olabilirdi. Bu toplum aynı zamanda "laik" olmalıydı, yani din toplum hayatından dışlanmalı, bireylerin vicdanlarıyla sınırlanmalıydı. Cumhuriyet'in kimlik politikaları bu amaçlara hizmet edecek şekilde oluşturuldu.
1924 Lozan anlaşmasında sayılan gayrimüslim gruplara azınlık hakları, yani dil ve kültürlerini koruma hakları tanındı. Farklı etnik ve dinsel gruplardan oluşan Müslüman çoğunluktan (yani Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkesler, Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar, vs.) ise "Türkçe konuşan, Türk kültürüne bağlı ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından temsil edilen Sünni İslam yorumuna inanan bir Türk ulusu" inşasına girişildi. Yapılmak istenen, Osmanlı'nın "İslam milleti"ni, "Türk milleti" olarak bir potada eritmekti. 1924 Anayasası'nın 88. maddesi, bu hedefi ifade ediyordu: "Türkiye halkına din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir."
Eğitim sistemi tümüyle zorunlu asimilasyona, yani kültürel birörnekleştirme hedefine odaklandı. Bu bağlamda Kürtler, Aleviler, tarikatların temsil ettiği İslam'ın halk yorumları yok sayıldı. Kürtçe dili, Kürtçe adlar yasaklandı, bu hedefe yönelik iskân (yerleştirme) politikaları uygulandı. Zorunlu asimilasyon politikaları, Kürtlerin bir bölümü de dahil, hayli başarılı oldu. Ne var ki, kendi bölgelerinde yoğunlaşan Kürtler buna direndi. 1925'ten başlayarak, bir hesaba göre 29 Kürt isyanı yaşandı. Son PKK ayaklanması dahil, bunların ortak yönünün, Kürt kimliğinin yok sayılmasına direniş olduğu söylenebilir.
Zorunlu asimilasyon politikaları, demokrasiye geçişle birlikte entegrasyon politikalarıyla da desteklendi. Bu bağlamda Kürtlere, Kürtlük iddia etmemek koşuluyla, sosyo-ekonomik alanda fırsatlar (ülkenin her yerine yerleşebilme ve her mesleği edinebilme imkânları) ve politik haklar (seçme ve seçilme hakları) tanındı. Türkiye elitlerinin önemli bir kısmının Kürtlerden oluşmasının nedeni budur. Ne var ki, entegrasyon politikaları da ancak kısmen başarılı oldu. Kürtlük bilinci yaşamaya devam ettiği gibi, demokrasinin genişlemesiyle birlikte güçlendi.
1990'larda kimlik politikalarının kısmen gözden geçirilmesi zorunluluğu doğdu. 1991'de Kürtçe yasağı kalktı, Kürtçe gazete ve dergiler yayınlanmaya başladı. 2002-2004 AB reformlarıyla, uygulamada çok çeşitli sorunlar yaşanmasına rağmen, Kürtçe eğitim ve yayın, Kürtçe kişi isimleri üzerindeki yasaklar kaldırıldı. 2009 başında TRT Şeş yayına başladı. 1991'den itibaren Kürt kimlik taleplerini dile getiren partiler kurulmaya başladı. Ardarda kapatılsalar da, bu partiler 1999'dan itibaren yerel yönetimlerde iktidara gelmeye başladı; 2007'de bağımsız adaylar aracılığıyla TBMM'ye girdi. 2009'da TBMM kürsüsünden Kürtçe konuşmanın suç olmadığına hükmedildi.
Ne var ki Kürt kimliğinin serbestçe yaşanması ve geliştirilmesi üzerindeki yasakların bir kısmı ve uygulamadaki baskılar devam ediyor. Bu yasaklar kalkmadıkça Türkiye'nin huzur ve istikrara kavuşması mümkün olmayacak.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT