Zekeriya Öz’e açık mektup
Sayın Savcı,
Bu mektup, Ergenekon davasını en başından itibaren desteklemiş, üstüne titremiş, fakat davanın bugün geldiği aşamada kaygılanmaya başlamış bir gazetecinin eleştirilerini içermektedir. Fakat derdimi anlatmaya başlamadan önce bilmenizi isterim; davayı desteklemeye, üzerine titremeye devam ediyorum... Eleştirilerime rağmen size güvenmeye devam ediyorum... Bilin ki bu mektup, “Ergenekon bugün de benim davamdır” diyen bir gazeteci tarafından kaleme alınmıştır.
Sayın Savcı,
Daha dava açılmamışken sizinle yaptığımız uzun görüşmeyi hatırlatarak başlamak istiyorum...
Nokta dergisinde Darbe Günlükleri‘ni yayımlamamızın (Nisan, 2007) üzerinden 1 yıl kadar geçmişti ve hadise küllenmeye başlamıştı... İşte o günlerde sizden gelen bir telefon, umutlarımı yeniden yeşertmişti. Yürütmekte olduğunuz bir soruşturma çerçevesinde tanık olarak ifademe başvurmak istediğinizi, ifade için gelirken Nokta dergisinde yayımlanan Darbe Günlükleri‘nin bir dijital kopyasını getirirsem memnun olacağınızı; soracağınız sorulara cevap verirken onlardan yararlanmam gerekebileceğini söylediniz.
Eminönü’nde, güvercinlerin arasındaydım sizinle konuşurken... Telefonu kapattığımda onların arasına karışıp uçmak istedim sevincimden; çünkü bu davanın neyle ilgili olduğunu anlamıştım, bu dava Türkiye’nin karanlık geçmişiyle hesaplaşma davası olacaktı.
Birkaç gün sonra, 7 Mart’ta odanızdaydım...
Bana o gün çok güven vermiştiniz...
Bugüne gelince...
Dedim ya, size güvenmeye devam ediyorum, fakat özellikle Ahmet Şık‘ın İmamın Ordusu adlı yayımlanmamış kitabıyla ilgili olarak yürüttüğünüz soruşturma ve operasyonların yol açtığı kamuoyu algısına aldırmayan tutumunuz, bu davayı fazlasıyla dar ve salt hukuki bir bakış açısıyla yürüttüğünüze dair zaten var olan izlenimimi pekiştirdi.
Muhtemelen kullandığım sözcükleri (bilhassa “salt hukuki” bölümünü) yadırgayacak, “başka ne yapacaktık ki” diye düşüneceksiniz...
Sayın Savcı,
Sizinle işte tam bu noktada ayrılıyoruz: Bu dava her şeyden önce siyasi bir davadır ve bu nedenle, davayı yürütenlerin, kamuoyu algısını da hesaba katacak çok daha geniş bir bakış açısına sahip olması gerekir.
İzlenimimi pekiştiren son örneğe birazdan dönmek üzere, bu eleştirimi bir başka tartışmalı konu olan uzun tutukluluk süreleri üzerinden açmaya çalışayım...
Bu meselenin Ergenekon davasına verdiği zararları ele aldığım bir yazımdan önce, değerlendirmelerine çok güvendiğim bir hukukçu arkadaşıma telefon etmiştim. “Neden hâlâ tutuklular?” soruma şöyle cevap vermişti arkadaşım: “Bir davada yargıç, zanlıya isnat edilen suçun dava sonunda sabit olma ihtimalini güçlü bir ihtimal olarak görüyorsa, hele ki istenen ceza çok ağırsa, yargıç sanığın kaçabileceği şüphesiyle tutukluluğu sürdürür. Bana zikrettiğin isimler için müebbet hapis isteniyor; sen müebbetle yargılanıyor olsan ve mahkeme heyetinin muhtemel kararını da sezsen, karardan önce tahliye edilsen kaçmaz mısın?”
Şimdi bu örnekte (hukukçu arkadaşımın değerlendirmesinin gerçeği yansıttığı varsayımından hareket ediyorum) büyük bir ihtimalle siz yargıçlar gibi düşünüp, tutukluluğun devam etmesi gerektiğini savunacaksınız... Ben ise, davanın yukarıda işaret ettiğim özel niteliği nedeniyle “tahliye edilsinler, kaçarlarsa da kaçsınlar” diyorum...
Soruyorum size: Hangisi önemli? Birkaç tutuklunun kaçması ve böylece bir anlamda iddianamenin sağlamlığına ilave bir karinenin ortaya çıkması mı, yoksa o kişiler hak ettiği cezayı çeksin diye tutukluluklarını sürdürüp, bu davanın bir “öç alma” davasına döndüğünün propagandasına gollük bir pas vermek mi?
“Notlar” sizin, kitap kamuoyunun olsaydı?
En çok tartışılan meseleye, Ahmet Şık‘ın kitap taslağıyla ilgili uygulamalarınıza gelirsek...
Mesele aşağı yukarı belli: Ahmet Şık‘ın kitap taslağının üzerindeki çeşitli notlardan kalkarak, onun kitabını Ergenekon örgütünden birilerinin talimatıyla yazdığına dair şüpheleriniz var. Ahmet’i çok yakından tanıyan biri olarak benim böyle bir iddiaya “neden olmasın” demem mümkün değil, fakat tabii sizin de benim bu noktadaki şahitliğimi ciddiye almama hakkınız var. Neticeyi göreceğiz...
Buraya kadar tamam; o notları incelemek istiyorsunuz ve üzerinde not ihtiva eden bütün taslaklara ulaşmaya çalışıyorsunuz. Yani sizin derdiniz kitabın içeriğiyle değil, notlarla... Peki o zaman, kitabın “notlar” dışındaki içeriğinin silinmesi amacıyla düzenlediğiniz seferberlik de ne oluyor? Muhtemelen yasalarda, sizin tabirinizle “örgütsel doküman”ların üçüncü şahıslarda (da) bulunmaması gerektiğine dair bir şeyler yazılıdır ve muhtemelen uygulamanız o yazılanların dar ve salt hukuki bir yorumuyla uyum içindedir.
Fakat sayın Zekeriya Öz, ortadaki tabloya bakar mısınız biraz: Şimdi o kitap taslağının yüzlerce kopyası dolaşıyor elden ele... Ne yapacaksınız? Herkesi tutuklayacak mısınız?
Bu kitapla ilgili sorum da uzun tutukluluk süreleriyle ilgili sorumla benzer içerikte:
Siz kuşkulandığınız “notlar” üzerinden incelemenizi sürdürürken bu kitap basılsaydı ne olurdu? Soruyorum size: Kitabın basılması ve böylece, ortalarda dolaştırılan “kimbilir kitabın içinde ne vardı da böyle bir şeyi göze aldılar” zehirli propagandası üzerinden Ergenekon davasının canına okunmasına engel olmak mı daha önemli, yoksa bilmiyorum hangi yasaları dar bir biçimde yorumlayıp, “örgütsel doküman”ı yok etmek mi?
Sayın Savcı,
Bu davada, ikna etmeye çalıştığınız yargıçların, kürsüde oturanlardan ibaret olduğunu düşündüğünüz sürece bu türden başka hatalar da yapacaksınız; lütfen unutmayın, bu davanın en önemli yargıcı kamuoyudur.
Sanıkların ve sanık avukatlarının, kürsüdeki yargıçlara değil de kamuoyuna hitap eden temel savunma stratejileri de mi size bir şey söylemiyor?
İmamın Ordusu: Aydın Engin’in tanıklığı...
SKY Türk‘te, Ahmet’in (Şık) kitabının başına gelenlerle ilgili bir programa telefonla katıldım. Program sunucusu bir ara Aydın Engin‘in, “savcının peşinde olduğu kitap taslağının kendisinin bilgisayarında da olduğuna” dair yazısını hatırlatıp, metnin tamamını okuyup okumadığını sordu. Aydın Engin de tamamını, altını çize çize okuduğunu söyledi.
Sunucu, kafasında kurduğu ve belli ki doğruluğuna kesinkes inandığı bir varsayımı soru haline getirip bana yöneltti: Bu kitapta cemaatle ilgili ne yazıyor olabilirdi ki, savcılar ona sansür uygulayıp bilgisayarlardan zorla sildirme yoluna gitmişlerdi?
Ben de kendisine, biraz önce metnin tamamını okuduğunu söyleyen gazeteciye bu soruyu neden sormadığını sordum. Sordu o zaman tabii... Aydın Engin de son derece net bir cevap verdi bu soruya: Hayır, cemaatle ilgili yeni ve dudak uçurtacak herhangi bir bilgi yoktu, Ahmet uzun ve meşakkatli bir çaba sonucunda Fethullah Gülen’in Erzurum günlerinden başlayarak, polis içindeki örgütlenme iddiaları da dahil cemaatin bütün hikâyesini derli toplu bir biçimde ortaya koyan bir kitap yazmıştı.
Şimdi, bu kitap üzerinden yürütülmekte olan “kimbilir ne yazıyordu da ‘cemaatin savcıları, polisleri’ böyle bir şeyi göze alabildi” kampanyası, bana Bilgi Üniversitesi‘nde ders verdiğim yıllarda yaşadığım bir tecrübeyi hatırlattı. 2003 yılıydı, merkez medya gazetelerinden birinde “şeriatın gelmekte olduğuna” dair uydurma olduğu apaçık bir haber yayımlanmıştı. Sınıfta haberi konuştuk, herkes uydurma olduğu hususunda ikna oldu. Bir öğrencim söz aldı, “Hocam” dedi, “tamam, haber uydurma olabilir ama sonuçta bunlarla ilgili (bu kelime de ne çok şey söylüyor, değil mi? “Bunlar!” A. G.) kamuoyunda negatif bir algı yaratmıyor mu?”
Öğrencim belli ki yalnız “seküler” değil, “ate” de olduğunu bildiği hocasının “bunlar”la ilgili olumsuz bir atmosfer yaratacak bir haberin, sırf ahlaki nedenlerle tümden karşısında olabileceğine ihtimal vermemiş, içine girdiği anlık bir samimiyet krizinin de etkisiyle bu tuhaf sözleri edebilmişti...
Ona hiç kızmadım... Çünkü biliyordum ki, basındaki nice “saygın” gazeteci bu refleksle davranıyordu ve o da, onlar öyle yaptığına göre, bana önerdiği şeyin en azından “iyi pragmatizm” (Tanıl Bora‘ya teşekkürler) olduğunu düşünmekteydi.
Biliyorum, şimdi birileri Aydın Engin‘in tanıklığını hatırlatmanın zamanının olmadığını düşünecek; bu kadar “kullanışlı” bir şüpheyi güzelce taşımakta olan arabanın tekerine çomak sokmakla suçlayacaklar beni.
Olsun. Ben alışığım böyle şeylere... Meselenin öbür boyutuna gelince: İşin silme-sansür boyutuna varmasını protesto etmek, içeriğinden bağımsız olarak hepimizin boynunun borcu... Bir yayınevim olsaydı, hiç düşünmez, hemen yayımlardım bu kitabı.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT