Zamanı birlikte hissedeceğin bir ümmet...
Fatma Barbarosoğlu, hicri yılbaşını kimsenin fark etmediğini vurgularken Müslümanlar için bu durumun nasıl bir soruna işaret ettiğini vurguluyor.
Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
Müslümanın saati, günü, ayı, yılı...
I-
Geçtiğimiz pazar günü, hicrî yılbaşını idrak ettik.
Bir zamanlar hicrî yılbaşı için ne çok tebrik alırdık, hatırlayınız. Bu yıl ben dahi tebrikleşmeyi unuttum... Muharrem orucunu kaçırmamak için Kurban Bayramı’ndan hemen sonra cep telefonumdan 10 Muharrem’i işaretletmiştim oysa. Üzerinize afiyet basit bir diş çekiminden sonra yaşadığım türlü sıkıntılar ve ağrılarla birlikte son on gündür zaman idrakim zayıfladı. Vakti yekpare bir sızı olarak idrak edince hicrî yılbaşı için tebrikleşmek dikkatimden kaçtı. Benim dikkatimden kaçan “zamanın hikâyesi” neyse ki dost meclisinde yerini buldu.
Hicrî yılbaşı, Müslümanlar için “zamanın hikâyesi”dir. Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicret edişi üzerinden başlatılan takvim, hicretin şartlarının, evvelinin ve ahirinin ibretiyle birlikte hafızada kayıtlı olmasını sağlar.
Çocukluğumun zaman taksiminde üç aylar, kandiller ile, Muharrem ayı aşure ile muhakkak idrak edilirdi. Bayramların adı bayram idi. Tatil kelimesi, Ramazan ve Kurban bayramlarını işgal etmemişti. Hep beraber idrak edilen “mübarek zamanlar”, bayram günlerinin bayram tatili olarak işaretlenmesi, daha çok tatil yapılabilmesi için hafta sonlarının bayram günlerine dahil edilmesiyle birlikte yara aldı. Ne acıdır ki bayramlarımız toplumsal ehemmiyetini kaybetti, zenginler fakirleri görmez oldu. Bayramların bayramlığı, güçlünün kendini güçsüzden mesul hissetmesi, onun gönlünü alması, o mübarek vakti onunla idrak etmesi ile mümkündür.
Mükelleflerin pek çoğu artık ne kurbanlarını görüyor ne de o kurbanın etini ikram edecekleri mümin kardeşlerini. Her şey uzaktan ve el değmeden, göz görmeden “oldu da bitti maşallah” frekansında, “iş bölümü” esasına göre (parayı verenler ve hizmeti götürenler ayrı kişiler olarak) tanzim ediliyor. Mesuliyetler, önce tatile giriyor, bir müddet sonra da hayatlardan çıkıp gidiyor.
Ramazan Bayramı, şekerleme, çikolata, kargo reklamları üzerinden ekranlara misafir oluyor, küresel gazlı içecek reklamı, bütün mübarek zamanları kendi kurduğu neşeli sofralar üzerinden etiketliyor.
Cevaplamamız gereken soru şu: Ne oldu da miladi yılbaşı kutlamalarına, “Mekke’nin fethi” ile karşı duran mümin bilinci, hicrî yıla tebriklerle girmeyi ihmal eder hale geldi?
1990’ların ikinci yarısında yılbaşının alternatifi olarak yaygın bir şekilde icra edilen Mekke’nin fethi kutlamaları, Refah Partili günlerin hatırası olarak günden güne silikleşti. “Taklitler aslını yaşatır” hükmünün izinde, bütün alternatifler tüketim toplumunun esas kaidesini güçlendirdikten sonra o da ortadan çekildi.
II-
Çocukluğumun mahalle kültüründe hicrî yılbaşının kutlanmasından ziyade Muharrem ayının onuncu gününden itibaren o ay içinde aşure pişirilip dağıtılması geleneği vardı. Günümüzde aşure belediyeler tarafından pişiriliyor ve uzun kuyruklar oluşturan halka dağıtılıyor. Pandemiden itibaren kimse kimsenin kapısını çalamaz olduğu için komşu komşuya aşure ikram etmiyor pek. Üstelik ikramınızı, şeker hastası olduğu gerekçesiyle ya da aşure dağıtımını bidat kabul ettiği için reddeden komşularla karşılaşma ihtimaliniz yüksek. Ne ilginçtir ki benim aşure ikramımı reddeden komşum da Nihayet Dergi’nin birinci yıldönümünde mevlit okuttuğum için ağır eleştirilerde bulunan arkadaşım da torunları için baby shower düzenlemekte hiç sakınca görmediler. Cadılar bayramı paylaşımlarını hiç anmadan geçeyim.
Tüketim kültürünün her güne yeni bir ritüel inşa ederek oluşturduğu sevgililer günü, single day/yalnızlar günü, anneler günü, babalar günü, öğretmenler günü, kara cuma (muhafazakârlar bereketli cuma olarak değiştiriyor), cadılar bayramı gibi her gün bir yenisinin ilave edildiği “özel günler”in hamisi olarak medya, “nev zuhur mühim günler”in unutulmasını engellemek için canhıraş bir çaba gösteriyor.
Ufku kesen bir “tüketim günü” yoksa, günler ve aylar birbirinin içinde eriyerek hiç idrak edilmeden geçip gidiyor. Mayıs ne zaman geldi de gitti, Haziran boyunca ne yaptık? Eskiden ayları ve günleri, duvardaki takvimde görürdük. Özellikle yaprak takvimler, geçip giden, bitip yiten zamanlara dair idrakimizi keskin kılardı.
Dijital modernleşme ile birlikte gece ile gündüz, dün ile gün, gün ile yarın arasındaki eşik aşındı, zamanı idrak etmeyi sağlayan duraklar, üç ekran aracılığıyla ortadan kalktı. Günler, küresel ısınmanın da etkisiyle mevsimlerin kendine has atmosferi hissedilmeden, “kış gelmedi/ yaz gelmedi, çok sıcak/ çok soğuk” şikayetleri ile geçip gidiyor.
Neoliberal sistem için hayat 7/24 “kapitalist duyarlılık”ın emrine amade. Gökyüzü ile irtibatı olmayanlar için kamerî ayların gelişi ve uğurlanışı esnasında kalbin titreyişi, belki kitaplarda rastlayacakları bir eski zaman hatırası hükmünden öteye gitmiyor.
Başını göklere çevirenlerin, kalbini “an”ın ritminde tutanların, gündüz ile gecenin birbirini takip edişini batan ve doğan güneş üzerinden ibret ile izleyenlerin, her gelen kamerî ayın hilâlini takip edenlerin, her geceyi mübarek bilip de bazı geceler daha ziyade hürmet bekler diye zamanın içinde kendine fikir ve zikir ile barınak inşa edenlerin birbirlerine rastlayacakları mekanlar var mı?
Marmaray’da yolculuk ederken cep telefonuma o mesaj düştü: “Sa, yarın 1 Muharrem, hicri yeni yılınız hayırlı olsun. Allah dualarımızı kabul buyursun. Ümmet-i Muhammed’e inayet ve selamet ihsan etsin. Âmin.”
Bugünün en yaman yalnızlığı budur: Zamanı birlikte hissedeceğin bir kalbin dikkatinden ve rikkatinden mahrum olmak...
HABERE YORUM KAT