‘Zamâne Yezidleri’ne destek vererek mi, Yezid’e karşı olmak?
Önceki yazı üzerine, tahmin edileceği ve beklendiği üzere, birçok mesaj geldi. Bunların çoğumun muhtevası eleştiri mahiyetinde idi. Ayrıca, fakir’in yayınlayan bazı internet sitelerinde de birçok eleştiri yorumları ve bazı hakaret ifadeleri yayınlandı. Anlaşılıyor ki, birilerinin kendi kafalarındaki ölçülere, kafa konforlarına biraz aykırı gelen sözlerin karşılığı, bu cenahlarda hakarete bile varan basit saldırılar oluyor. Hem de, İslamî hassasiyet adına..
Halbuki, sözlerinin, yazılarının sorumluluğunu düşünen kimselerin yazılarında hakaret yer almamalı ve, birilerinin istemediği, rahatsız olabileceği kanaat belirtmelerine yer verilmesi de hakaret sayılmamalıdır.
Kişi bir şey yazar veya söylerken, ‘Ben böyle düşünüyorum ve söylediklerim veya yazdıklarım, kalbî ölçü ve hassasiyetlerine ve beynimin ölçülerine ve anlayış seviyesine göre şekillenir.’ diyebilmelidir.
İnsan belki, doğru olduğuna inandığı herşeyi de söyleyemeyebilir, ama, söylediklerini her zaman her yerde tekrarlayabileceği şekilde ifade etmek dikkatinde olmalıdır. Ve kişi, azından, hele de aynı temel ölçüler ve inanç dairesi içinde olduklarından farklı düşündüğünde, kendi doğrularını sonuna kadar savunurken; kendisinden farklı düşünenlerin de kendi doğrularını sonuna kadar savunma hakkının olduğunu daha baştan kabullenmelidir. Böyle olmazsa, aklını ve duygularını başkalarına kiraya vermiş duruma düşmüş olur ki, bu da hiç bir müslümana yakışmaz, yakışmamalıdır. Çünkü, kendisinin en iyiyi kendilerinin düşündüklerini ve başkalarının hep yanlış düşündüğünü veya anlamadığını sananlar, totaliter ya da diktatöryal eğilimler taşımaktadırlar.
Hadiselerin ardından, böyle iradesizce sürüklenmek ve koyun gibi güdülmek de, herhalde müslümanlara, müslüman toplumlarına yakışmaz. Her ne kadar, bugün yakıştırılıyor ve çeşitli isimler altında, nice kutsallar üretilip, sultalarını sürdürenlerin yaptıklarını İslam adına veya Allah’ın hükmü adına diye dayatmaları durumu, hemen bütün müslüman toplumlarında asırlardır olduğu gibi bu gün de devam ediyorsa da..
Hatırlayalım ki, Hudeybiye Musalehesi öncesinde, Yüce Peygamber (S) bile, Mekke üzerine giderken, beraberindekilerle savaşmak üzerine bey’atleşirken, onların iradelerini, ‘Ben Peygamber’im, o halde siz bana kayıdsız-şartsız teslim olmak zorundasınız..’ dercesine ibtal etmek yoluna gitmemiş, konuyu onların iradelerine havale etmişti. Ama, sonra Mekke’li müşriklerle barış andlaşması yapmak durumu ortaya çıktığında, bazıları karşı çıkmış ve, ‘Ya Resulullah, biz seninle savaşmak üzerine bey’atleşmiştik, barış yapmak üzerine değil..’ diye itiraz etmişler ve bunun üzerine Yüce Peygamber de, ‘Eğer, barış üzerine bey’atleşmiş olsaydık, o bey’atle savaş yapamazdım; ama, savaş üzerine, yani en ağır durum üzerine bey’atleştiğimize göre, o bey’atle, savaşın içinde ve daha hafif bir durum olan barış yapılabilir..’ mealindeki cevabıyla onları ikna etmişti. Yani, Yüce Peygamber, ümmetine, onların iradesini, düşüncesini hiçe sayarak bir dayatmada bulunmuyordu.
Bu gibi konularda farklılıklar ortaya konulduğunda, söylenenler genelde, ’İslam tektir.. Herkese göre değişmez. O halde, her şeyi en iyi bilmek durumunda olan filan varken, sana ne oluyor?’ şeklinde olmaktadır.
Böyle bir yaklaşım, bizi, ‘Büyüklerimiz her şeyi bizden iyi düşünür; düşünen beyinlere zararlı fikirler üşüşür.. Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım.. Düşünme, biat et, rahat et!’ derekesine yuvarlar.. Bu gibi yaklaşımları geçmişte de çok yaşadı, İslam Milleti..
İslam elbette ki, tektir, ama, onun algılanmasında herkesin aynı durumda olduğu söylenemez. Müslümanların, İslam’dan çeşitli etkenlerle farklı mânâları çıkarması mümkündür. Eğer öyle olmasaydı, yüzlerce-binlerce tefsir de olmazdı, binlerce müfessir de olmazdı. Bu farklı algılama ve yorumlamada, kişinin algılama, idrak ve müşahede gücü ve seviyesinin, ilminin, bilgisinin ve kendisini kuşatan veya içinde bulunduğu şartların etkisinin olduğu da gözönünde bulundurulmalıdır. Bütün insanlar bir marangoz tornasından çıkmış aynı tip çubuklar şeklinde düşünülmemelidir.
*
Ya, farklı görüşler ortaya koyanların, yorum yazanların fikrî bir seviye düşünce ortaya koymak veya İslamî ölçü ve hassasiyetleri hatırlatmaları beklenirken, böyle olmayıp, bir de basit itham ve iftiralarda, hattâ hakaretlerde bulunmalarına ne demeli? Görüş açıklamak hakaretsiz olmuyor mu, veya hakaret etmeyi görüş açıklamak mı sanıyor, bazıları?
Bazıları, muhatablarına -bilhassa özel olarak yazanlar-, kimlik veya adresleri belli olduğundan, yine de temkinli olabiliyorlar. Ama, internet sitelerinde yayınlanan yorumlarda genelde böyle bir netlik de bulunmuyor ve bir takım müstear, şifreli, uyduruk isimlerle bir takım basitlikler sergileniyor. Halbuki, sözünün sahibi olan kimse, kendisini açıkça ortaya koyar. Birilerine söyleyecek sözü olanların, dinleyecek kulağa da sahib olmaları gerekir. Ve insan, en muhalifinin bile belli bir seviyede olmasından ancak memnuniyet duyar.
Böyleyken, bazıları muhatablarına, sözde bir İslamî hassasiyetle yazarken, kendi karakter çizgilerini de ele veriyorlar. Çünkü, ‘bir zamanlar rızkını yediğiniz bir sisteme niye eleştiri yapıyorsunuz?’ diye yazabilenler hangi kapıdan ve kimden rızıklandıklarını düşünüyorlar mı? Ya da, ‘rezzâq-ı âlem’ (bütün alemleri ve yarattıklarını rızqlandıran) Allah’dan başka bir rızk veren olduğunu mu düşünüyorlar?
Muhatablarını, ekmeğini yediği kapıya göre düşünen kimseler olarak düşünenler, aynı mantıkla, kendilerini de ele vermiş olmazlar mı?
Birileri, muhatablarına saldırırken, ‘bir çatı katındaki küçücük odadan dünyaya bakamazsın..’ diyenler, gerçekte, nasıl bir dünya tasavvur ettiklerini de ortaya koymuyorlar mı? Bir kimsenin, hayatını küçücük, bir çatı katında sürdürmesi de mi eleştiri konusu olacaktı, İslamî hassasiyetler adına eleştiri yapılırken?
Yaşananlar ve sergilenenler karşısında İslamî ölçüler içinde anladığı derecede ve diğer müslümanların da olup bitenleri kavramalarına yardımcı olmak niyetiyle bir şeyler söyleyip yazmanın veya belirli bir tavır takınmanın karşılığı hakaretler ve iftiralar mı olmalıdır? Evet, tekrarlamak gerekirse, kimseyi kutsamamalıyız. İnanç gereği, mâsum – hatasız- günahsız sayılanların tartışılmasında bir mânâ yoktur. Çünkü, inanç, tartışmadan, kalbî kabul ve itminanla ilgili bir durumdur. Bunun dışında, herkes hata yapabilir. Hele de ufak-tefek hatalar değil de, çok büyük hatalar yapıldığına inanıyorsanız, o zaman susar mısınız?
Meselâ, Suriye Buhranı konusunda, 50-60 binden fazla insanın öldürüldüğü, milyonların evlerini-barklarını terkedip, perişan halde ülke içi ve dışında başka yerlere sığınmak zorunda kaldıkları ve bütün bir ülkenin bütün şehirlerinin, bütün maddî zenginliklerinin de hava bombardımanlarıyla virâneye dönüştürüldüğü bir iç-savaşta, birilerinin son derece büyük yanlışlar yaptığına inanırsanız, bunu dile getirmekten nasıl kaçınabilirsiniz?
Bu kadar açık bir cinayet karşısında, ‘muhalifler de şöyle yapıyor, böyle yapıyor..’ diye ma’zeret üretmenin tavrının ne kadar İslamî-insanî olduğunu sorgulamak gerekmez mi? Doğrudur ki, 50 yıllık bir Suriye Baas rejiminin ve (Baba-Oğul) 44 yıllık Esed Hanedanının kanlı diktatörlüğüne karşı ellerindeki kıt imkânlarla reflektif bir şekilde direnmeye çalışanlar arasında her tip insan veya grup da olabilir ve vardır da.. Esasen, onların herbirisinin İslamî bir mücadele verdiğini söyleyenler de olursa, onlar da yersiz bir iddiada bulunmuş olurlar. Ama, İslamî ölçülerle olmasa bile, bir diktatörlüğe karşı sırf insan olmanın haysiyetini düşünerek özgürlük mücadelesi verenler de, diktatörlere tercih olunmalı değil midir?
Bu buhranda, bir takım emperyalist ellerin olduğunu çok büyük bir keşifmiş gibi söyleyenlere de belirtelim ki, böyle bir buhran için, geleceğe aid hesabı olmayan hangi devlet vardır ki?
Dünya Müslümanlarının büyük ekseriyetinin hassasiyet ve itirazı, filancaların da kendi stratejik maslahat ve menfaatleri adına sıradan bir devlet refleksi ile hareket etmesine değil, İslam adına bir hava vererek, bir kanlı diktatörlüğe ve onun kan dökücülüğüne destek verilmesine; her şeyi yakıp yıkan bir zamâne Şam Yezidi’ne, gaayet net bir şekilde ve isim vererek, ‘Esed bizim kırmızı çizgimizdir..’ denilebilmesinedir. Ve artık, Esed rejiminin direniş cebhesi ve hattında bulunduğu gibi yakıştırmalara kimse de itibar etmiyor. Hele, ‘HAMAS, Gazze’de, siyonist İsrail rejimine karşı bizim verdiğimiz silahlar sâyesinde direndi..’ gibi, doğru bile olsa, fatura çıkaran, başa kakıcı sözlerin İİC Meclis Başkanı’nca bile dile getirilmesindeki sakîm anlayış karşısında diyecek söz bulmak imkânsızdır.
Üstelik, böyle bir sözü, silahı kullanacak yürek olmadıktan sonra, o silahların tek başına bir iş göremiyeceğini bilmesi gerekenler söyleyince, insan daha bir kahırlanıyor.
Nitekim, kendi ülkesinin en büyük buğday ve su anbarı durumunda olan Golan Tepeleri’ni 45 yıldır siyonist İsrail rejiminden geri alamamış ve bu yolda, elindeki onca gelişmiş silahlara rağmen tek bir silah kullanamayan Esed rejiminin, kendi halkına karşı bir canavara dönüşmesi, ‘marifet’in tek başına silahta olmadığını daha bir anlatmış olmalıdır.
Ya birilerinin, ‘Esed’i Mevlid Kandili gecesinde, câmide namaz kılarken görmedin mi?’ diye sormalarına ne demeli? A efendiler, 34-35sene öncelerde de, Şah Pehlevî, Meşhed’deki İmam Rızâ Türbesi’ne gidip, kol ve paçalarını sıvayıp, eline aldığı bir bezle, o türbenin tozlarını silerken gösteren filmlerin ekranlardan gösterilmesi üzerine, ona sempati ile bakan saray mollarının durumuna düştüğünüzü görmüyor musunuz? Ki, Şah’ın eşi Ferah Diba da, çarşafa bürünmüştü, iktidar ve saltanatlarının o son demlerinde..
Ama, bununla yetinilmiyor, bazıları hattâ, ‘Bugün Esed’in de Mâlikî ve Nasrullah gibi, Hakk çizgisinde bulunduğunu’ bile ifade edebiliyor ve bunu söyleyenler öyle sıradan kimseler değil..
*
Böyle bir durumda, sergilenen siyaset ve takınılan tavrın, sıradan bir devlet stratejisinin sonucu olan bir tasarruf olduğunu, bunun İslam’ın mesajı açısından kabul edilemezliğini söylediğinizde, alacağınız karşılık, ’Sen düşünüyorsun da, başkaları senin kadar düşünemiyor mu?’ tarzındaki yaklaşımlarla sınırlı olsa, o da bir görüştür diyebilirsiniz. Ama, en aşağılık ithamlarla saldırılarak maruz kalırsanız, konuyu adl-i ilahî’ye havale etmekten başka çareniz yoktur; mukabil hakaret ve aşağılıklara tevessül edemiyeceğinize göre..
Hele, Esed’in İsrail’e saldırısından sonra, onları komaya sokacak müthiş bir karşılık vereceğini söyleyen ‘devletliler’in, bir de, ‘Esed rejiminin, sonunda zafer kazanacağını’ iddia etmeleri karşısında, insan, ‘Yezid de, Kerbelâ’da Hz. Huseyn’e beşerî ölçülere göre, zâhiren galib gelmişti..’ demekten ve Şam Sarayı’nda, ‘Kimin haklı olduğu işte belli oldu!.’ diye Hz. Huseyn’in kesik başını asâsıyla yuvarlayanın kim olduğunu hatırlamalarını ve asırlar sonra gerçek kazananın kim olduğunun düşünülmesini hatırlatalım.
YAZIYA YORUM KAT