Yumuşak ulusalcılığa doğru
Cumhuriyet siyasi açıdan bir parantezdi. Merkeziyetçi olmaya çalışmakla birlikte, bölgesel ve kimliksel temelde ademimerkezi, korunaklı alanlarla dolu bir imparatorluğun sonrasında ortaya çıktı ve bütün bu göreceli özerklik alanlarına el koydu.
Bununla da kalmadı, söz konusu bölgeleri kimliksizleştirirken, kimlik sahiplerini de kamusal alanın dışına değil, resmen 'altına' itti. Ancak Cumhuriyet toplumsal açıdan da bir parantezdi: Devlete bağımlı, onun yamacında kurulmuş, kimliğini ve geleceğini devlete borçlu bir laik elit cemaat yarattı. Devletin yönlendiriciliği bu cemaatin batıdaki benzerlerine benzemeyen bir tür kapıkulu hissiyatı geliştirmesine yol açtı. Laik burjuvazi, esas olarak devlet sayesinde palazlanan bir iş dünyası sayesinde, Türkiye'nin toplumsal katma değerini tekelci bir yapı içinde kullanma fırsatı elde etti. Ama düzen sadece kapitalizmin mantığı içinde çalışmıyordu, çünkü devletin ulufe dağıtma imkânları da kendine bağımlı bu cemaatleşmenin ayakta kalması için hayatiydi. Böylece Cumhuriyet, önemli ailelerin, bürokrasi kariyeri yapan, medyada yükselen daha 'sol' bir entelijensiyanın da itici gücünü oluşturdu. Görünüşte iş dünyasının burjuvazisi ile bu 'sol' devletçilik arasında bir gerilim vardı ama aslında birlikte 'merkezi' oluşturmaktaydılar.
Bu süreçte İslami kesim, yani anlam dünyasını, gündelik hayatla bağını ve kamusal alanla ilişkisini dinle çerçevelenen bir pragmatizmin içinden yaşamaya alışmış olan yığınlar 'merkezin' dışında kaldılar. Böylece kamusal alan bir ideolojik ve toplumsal mühendislik sonucunda daraltıldı, 'temizlendi' ve 'modernleşti'. Siyaset 'merkezin' içinde tanımlanıp dış etkenlerden korundu. Hayatın zorlamasıyla yaşanan gelişmelere de darbelerle ve süreklilik kazanan vesayet mantığıyla set çekildi. Bu kısır dünyanın kendine göre bir sağ ve sol siyaseti vardı, ama gerçekte tümüyle laik asabiyenin kimliksel tutuculuğu ile hayalperestliği arasında gezinmekten öte bir siyaset üretemiyordu. İslami kesim ise kendi özel dünyasına çekilmekle kalmadı, yaratılan kamusal alandan ürktü. Bu alanı bir yaşama değil, siyasi mücadele zemini olarak tanımladı. Öte yandan laik kesimin siyasetin asli sahibi olduğunu kabullendiği ölçüde de, kendi siyasetini 'merkeze' nüfuz etmek, devlete yaranmak biçiminde tasavvur etti.
Ancak devran döndü, devir değişti... Modern dünyanın tıkanıklıkları ile küreselleşmenin olanakları birleştiğinde, Türkiye'nin geniş İslami cemaatinin de kabuğuna sığamadığı bir süreç başlamıştı. 'Merkezi' korumak için gereken darbeler yapılamıyordu ve artık darbeye ihtiyaç göstermeyen yeni bir vesayet düzenine, hukuk tarafından garantiye alınan bir yasal ayrımcılık sistemine gerek vardı. Bu ise, asker ve yargının ötesine geçerek iş dünyasını, üniversiteleri ve medyayı da hareketlendirmeyi ifade etti. Bu sürecin halen içindeyiz...
Cumhuriyet parantezini 'kapatan', yani bu rejimi antidemokratik hüviyetinden uzaklaştıran dinamik ise, İslami duyarlılığı taşıyan insanların 'merkeze' kendi kimlikleriyle gelmeleriyle ortaya çıktı. Diğer bir deyişle bu 'yeni' insanlar 'merkeze' adapte olmaya değil, onu dönüştürmeye, eski yapıyı kendi zihniyetleriyle uyumlu kılan bir yeni merkez inşa etmeye talip oldular. Bunun anlamı siyasi açıdan reformist ama 'millici', sosyal açıdan ihtiraslı ama ahlaki tedirginlikleri yoğun olan bir geniş kitlenin kamusal alana çıkması ve kendisine uygun bir yaşam biçimi aramasıdır.
Eski 'merkez' ise karşısında büyük bir tehdit gördü. Demokrasi en basit haliyle çoğunluğun iktidarı ise ve bundan böyle darbe yolu kapalı olacaksa, İslami kimliğin iktidarda olmasının engellenmesi çok zordu. Bu tehdit karşısında 'merkezin' sözümona siyasi aktörleri kimliksel olarak kendi asıllarına döndüler ve yeni siyasetin zemini olarak laik kimliğe sığındılar. Böylece 'sağ' veya 'sol' kalmadı... Bunlar zaten yapay konumlardı ve aniden buharlaştılar. Karşılarında iktidarda olmasına ve reformculuk iddiasını yerine getirememesine rağmen oyların yarısını alan bir parti var... Çünkü bu parti hâlâ toplumsal muhalefeti temsil ediyor. Azınlıkta kalan ve devlet desteğini yeniden üretemeyen laik kesim ise kaygan bir zemin üzerinde 'ruhen' darbeciliğe doğru meylediyor. Devletin otoriter zihniyeti bizzat hayata geçirdiği bir dünyada 'demokrat' olmak, 'temiz' solculuk yapmak kolaydı. Şimdi demokratik ilkeler bir meşruiyet zemini, bir koruma kalkanı... Amaç ise laik asabiyeyi bir bütün olarak 'sol' siyasete tahvil etmek. Önümüzdeki dönem ulusalcılığın yumuşadığı ve yadırganmadığı bir dönem olacak.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT