'Yumuşak Başlı isem, Kim Dedi, Uysal Koyunum?'
Evet, Mehmed Âkif bir asır öncelerde böyle diyordu:
’Yumuşak başlı isem, kim dedi, uysal koyunum..
Kesilir amma, asla, çekmeye gelmez boynum..’
*
Tayyîb Erdoğan da bu mısraları sık sık okur..
O Tayyîb Erdoğan ki, ’Çözüm Süreci’ denilen bir siyasî mekanizmayı onca muhalefet ve tahrib çabalarına aldırmaksızın işletmeye başlamış ve bu konuda, ’gerekirse, baldıran zehrini içmeye hazırım..’ kararlılığını göstermişken ve bizzat S. Demirtaş da daha önceki beyanlarında, ’Böyle bir süreci de, ancak Erdoğan gibi güçlü liderler gerçekleştirebilirdi..’ diyebilmişken..
Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, ’Çözüm Süreci’ni basit ve kolay olduğunu sanan Hükûmet, Erdoğan’ın karşı çıkmasına rağmen, ’Dolmabahçe Mutabakatı/ Uzlaşması’ diye bir metni, HDP ile birlikte ve bir zafer edâsı içinde ilân edivermişler ve Tayyîb Erdoğan da ’Dolmabahçe Mutabakatı’ denilen bu metnin hazırlanması ve açıklanmasında bazı temel yanlışlıklar olduğunu söyleyince de, B. Arınç bile, 40 yılı aşan bir siyasî birlikteliğe rağmen, ’C. Başkanı’na saygısızlık olmasın, ama, sorumluluk hükûmete aiddir..’ deyince, tablo daha bir kararmış; bizim cenahta bile niceleri, şu veya bu tarafın haklı olduğu konusunda, diğer tarafı suçlayıcı bir tepki geliştirmişlerdi.
Halbuki.. ’Dolmabahçe Mutabakatı’ denilen metnin o şekilde açıklanması ve Erdoğan’ın Hükûmet’teki arkadaşlarının Erdoğan’ın daha önce yaptığı uslûb yanlışlığı ikazına aldırmaması, beklenmeyen bir tavır idi..
Erdoğan, tarafların ayrı ayrı açıklama yapmalarını istemişken, bunu formaliteden ibaret bir ayrıntı sanan Hükûmet çevreleri, siyaset pazarında kendisine silâhlı bir terör örgüt adına yer bulabilen bir partinin temsilcileri ile birlikte bir bildiri yayınlıyordu.
Hâlbuki, bu, psikolojik savaş taktikleri açısından belki de, temel yanlışlardan birisi idi.
Nitekim, Osmanlı’nın çöküş sürecindeki en büyük yanlışlardan birisinin, 1804 tarihli ’Sened-i İttifak’ denilen bir uzlaşma metnini imzalamasıydı.. Bu İttifak Senedi, gerçekte, Osmanlı’nın Balkanlar’daki rahatsızlıklarla başa çıkmakta zorlanınca, âyân denilen, seçkin sayılan, zengin ve mahallî yönetici sınıflarının Osmanlı’nın sıkıntılarından faydalanarak, iktidarı kısmen paylaşması ve devlet’i korumak adına, iktidarı paylaşmak mânâsındaydı ve geçmişte inisiyatif sahibi olmayan mahallî güç odakları, devleti ayakta tutmaya yardımcı olmak adına, güçlü bir konuma gelmiş- getirilmiş oluyorlardı..
Benzer bir hataya düşülmemesi için, Erdoğan, bir açıklama yapılacaksa, HDP’nin ve Hükûmet’in birlikte değil, ayrı ayrı açıklama yapmalarını istiyordu. Birlite yapılınca, içindeki yanlışlar birlikte kabullenilmiş olacaktı..
Dikkat edilecek olursa, o günden beri HDP ve arkasındaki çevreler kendilerini daha bir güçlü göstermeye çalışıyorlar; Davudoğlu’nun hükûmetinde devlet işlerine yeni katılıp sorumluluk yüklenenler ise, büyük işler başardıkları sanıyorlardı.
*
’Bunun bugün asıl hâlledilmesi gereken mes’eleler ile ne alâkası var?’ diyenler olabilir.
Buyrunuz, HDP genel eş başkanlarının, hele de F. Yüksekdağ’ın açıklamaları..
Sözkonusu eş başkan geçenlerde Urfa’da yaptığı bir konuşmada, ’bizim sırtımızı PKK’ya dayadığımızı söylüyorlar.. Evet, biz sırtımızı YPJ'ye, YPG'ye ve PYD'ye yaslıyoruz.. Siz de sırtınızı kime dayadığınızını söyleyin.. ama söyleyemezsiniz..’ diyordu, Hükûmet’i kasdederek.. Bu harf grupları ile anlatılmak istenen güç odaklarının hepsinin de PKK’nin değişik isimler altındaki güç odakları ve yapılanmaları olduğunu ise, bizzat kendileri açıkça belirtiyorlar..
Anlaşılıyordu ki, bu yeni siyasetçi hanım, devlet’i de, kendilerinin bağlı oldukları silâhlı güç odakları ve PKK’nin uzantıları seviyesinde görüyor ve onun da sırtını IŞİD’e dayayarak ayakta kaldığını sanıyordu.
Onun bu sözleri üzerine, hakkında, ’terör örgütünü övmek ve terör odaklarıyla işbirliği yapmak’ suçlamasıyla hakkında soruşturma açılması için milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması yolunda bir fezleke hazırlandığı medyaya yansıyınca, aynı hanımfendi, 31 Temmuz günü yaptığı açıklamada Yüksekdağ, önceki sözlerinin arkasında olduğunu belirterek Hükûmet’in de sırtını IŞİD'e dayadığı’ iddiasını tekrarlıyor ve IŞİD'e karşı halkların dayanışma çizgisinin kazanması gerektiğine değinerek, ’Türkiye iktidarının sırtını ona yaslamaması ve elini PYD'ye uzatması, sırtını ona yaslaması gerekiyor.’ demek cür’etini bile göstermiş, konuşmasının sadece bir bölümünün öne çıkarılmasından rahatsızlığını ve kendisinin ve HDP’nin de hedef gösterildiğini de belirterek..
*
İlginç olan, İngiliz Başbakanı Cameron’ın da‚ ’Türkiye sadece DAİŞ’e yönelmeli..’ diye akıl vermeye kalkışması.. Daha da ilginç olanı ise, işbu HDP Eş Başkanı’nın açıklamasının yapıldığı gün, İran Genelkurmay Başkanı (Serdar/ General) Firûzabâdî’nin de, Türkiye’nin IŞİD/DAİŞ savaşçılarına saldırırken, PKK’yı da hedef seçmesini hatalı bulduğunu açıklaması.. Firuzabadî, İnkılab Muhafızları Ordusu’nun resmî sitesinde yer alan açıklamasında: "Türkiye'nin tekfirci-DAİŞ teröristlerine operasyon adıyla bu örgüte karşı direnen Kürd gruplarını da hedef alması stratejik bir hata olmuştur. Bu hata, tekfirci teröristlerin Türkiye sınırlarına ulaşmasını kolaylaştıracaktır." iddiasında bulunuyor.. ’DAİŞ'in tüm İslâm ülkelerinde egemen güç olmak istediğini’ söyleyen Firuzabadî: "Türkiye, Suudî ve Katar bu konuda istisna değiller. (Tekfirci terörist gruplar dedikleri) DAİŞ ve benzerlerine yardım etmek, er ya da geç bu ülkelerin de güvenliğini tehdid edecek." diyor da, bir nokta özellikle açıklığa kavuşmalı.. Müslüman coğrafyalarının herbirisine hâkim olmayı kendisine hedef olarak seçmeyen hangi İslamî güç odağı var ki? Sanki, bizzat Firuzabâdî de böyle bir ideali taşımıyor mu?
Keza, kendileri için başka ülkelerin talimâtına kapalılık stratejisini uyguladıklarını açıklayan bir kimsenin, aynı hassasiyetle, başka ülkelere de talimat verip, taktik ve strateji yönlendirmeleri yapmaya kalkışmaması gerekmez mi?
*
HDP’nin öteki Eş Başkanı Demirtaş ise, C. Başkanlığı ve genel seçimlerde ülkenin batı kesimlerinde sergilediği mâkul görünümlü ve gerilimsiz söylemlerini devreye tekrar sokup, imaj değiştirebileceğini hayal ederek yeni söylemler geliştiriyor ve son haftalarda yeniden başlayan terör eylemlerinden bir kısmını, ’yol makinalarını, araçları, otomobilleri yakmak’ şeklindeki eylemleri ’kesinlikle doğru bulmadıklarını’ söylüyor, ’yakılan araçlar bizim araçlarımız. Bunun derhal mazeretsiz bir şekilde durdurulması lâzım. Halkın malıdır mülküdür, biz zarar görüyoruz. Hiç kimseye yararı yoktur. Bu durumdan çıkışın tek yolu müzakeredir, konuşmaktır. Konuşmak erdemdir, insanların konuşarak çözmesi onurlu bir davranıştır.’ diyor.. Ama, sözlerin muhatabı, önce bizzat kendisi değil mi?
7 Haziran akşamı, yüzde 10 barajını üstelik de rahat bir şekilde aştıklarını görünce, yaptığı ilk açıklamada ’AK Parti’yle asla koalisyon kurmayacağız..’ diyerek, tercihini ortaya koyan ve ondan sonra da devamlı gerilimi tırmandırarak o tavrını sürdüren bir Demirtaş ve HDP, çözüm getirmeyecek olduktan sonra neyi müzakere edecek?
*
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, Diyarbekir Mitingi sırasında patlatılan bombaları olduğu gibi, Suruç Katliâmı’nı da yaptıran irade olarak gösterecek kadar frensiz iddialar ortaya atabilen HDP eş başkanlarının, üstelik de iddiaları açısından en olmayacak bir insan olan Erdoğan’ı, kürd etnisitesine mensub vatandaşlara, ’kürd düşmanı’ diye tanıtmaya kalkışmalarından sonra.. Neyin müzakeresinden söz edebiliyor Demirtaş?..
Demirtaş, ’Önümüzdeki hafta Kılıçdaroğlu ile görüşeceğiz, bir araya geleceğiz.’ dedikten sonra, ’Bizi yok sayanlar da dâhil barış için bütün kapılarımız açıktır.. Bunlar partimizin görüşleri, şahsî görüşler değil. Seçime kilitlenmekten çok barışa kilitlenmek zorundayız.’ diye bir cümle de kurmuş, 31 Temmuz günü yaptığı açıklamada.. Ve, ’Siyasetçiler bugünlerde konuşmayacaklarsa, birbiriyle dialog kurmayacaklarsa, bir daha mümkünse ilelebet konuşmasınlar..’ sözü de onun ve ne kadar mâkul.. Ama, geçmiş söz ve kararlarından ve hatalarından en küçük bir geri adım olmadan, bu gülücükler ne kadar inandırıcı olabilir?
7 Haziran akşamı yaptığınız ve yüzde 41 oy alarak tek başına iktidarı kılpayı kaçıran bir AK Parti’yi yok sayarcasına, onunla asla koalisyon yapmıyacağınızı ilân eden sen değil miydin, Selahattin Bey?.. Evet, o görüşlerinizde bir düzeltme yapmadan, ülkenin en büyük ve de hükûmetin ancak onun eliyle kurulması mümkün olan bir siyasî güç merkezini yok saymaya devam ederek, neyi müzakere edeceksiniz?. Hele de, Cumhurbaşkanı Tayyîb Erdoğan’ı kendi ağzınla ve (bir hukukçusun, güya.. ) en desteksiz yalanlarla suçladıktan sonra..
Eğer, zaman kazanmak ve de birilerine zaman kazandırmak ve buhranı zamana yaymak gibi bir hedefiniz yok ise..
*
’Çözüm Süreci’ gibi çok ağır bir proğramın sorumluluğunu, karşılığında canını ortaya koyarak başlatan bir Erdoğan’ı yok saydıktan ya da bertaraf ettikten sonra ve karşınıza onun kadar bu konuda Allah ve tarih karşısında sorumluluğunun idrakinde bir başkasını bulabileceğinizi hayal ediyorsanız.. Sanırım, eliniz boş kalabilir..
Erdoğan’a, Allah korkusundan dolayı ’yumuşak huylu’ bulduğunuz için yükleniyorsunuz, ama, o, boynunu şeytanlıklara kuzu-kuzu uzatmayacak bir dikkatin insanı olarak da temayüz etmiştir bu güne kadar, ve inşaallah bundan sonra da eğilmez..
Siz bunu göremeyip, bizim müslüman toplumlarımızda 100 yıllık bir geçmişi olan o zehirli ’arnavudçuluk-türkçülük-arabçılık-kürdçülük vs.’ gibi kavmiyetçilik cereyanlarının ilkel taktiklerinden meded ummayı sürdürürseniz, sonunda herkes yanar.. Ve bugünkü siyasetiniz de ancak ve ancak resmî ideolojinin temellerinden birisi olan türkçü-kemalist çizgiyi güçlendirir. Ve o zaman, kürdüyle, türküyle, ve sair bütün müslüman unsurların 100 yıla yakın zamandır üzerinden bir buldozer gibi geçmiş olan militarist ve ideolojik türk ırkçılığı herkese, 100 yıldır yaşattıkları o ağır baskı ve zulümleri yeniden taddırmak için devreye girer.. Bunu göremiyorsanız, gerçekten de yazık!.
*
YAZIYA YORUM KAT