Yumurtanın yan etkisi: Miyopluk ve şaşılık
Rektörler toplantısını protesto ve SBF’deki yumurtalı protesto sonrasında ortaya çıkan tartışmalarla toplumda oluşturulmak istenen kanaat “ülke yönetilemiyor” ve bu yüzden AK Parti “sivil dikta” yolunda ilerliyor şeklinde özetlenebilir.
Kemalist sınıflar mezkûr kanaati yaygınlaştırmak ve kökleştirmek için siyasetin beceriksizliğini ispat sadedinde her türlü malzemeye iştahla sarılırlar. Toplumun ve devletin yönetiminde belirsizlik ve umutsuzluğun hâkim kılınması ile ilk elde hedeflenen askeri bürokrasinin işe el koymasından başkaca çözüm yolu olamayacağıdır.
Öğrencilerin mağduriyetinin tespiti ve kınanması kadar öğrencilerin talep ve misyonları ile hangi denkleme oturduklarına dair bir çözümlemeye de ihtiyaç olduğu muhakkak. Bu ülkede sadece sol-sosyalist kesimlerin değil İslâmcı, milliyetçi hatta siyasal bir kimliği dahi olmayan kesimlerin muhatap olduğu devlet zulmünün (fişleme, takip, işkence, hapis, sürgün vs.) hesabı zor tutulur. Devletin laik-ulusalcı karakterini muhafaza için bütün bu zulümler meşru ve mecbur görüldü.
Son haftalarda üniversite öğrencilerinden sol-sosyalist bazı grupların üniversiteyi özgürleştirmek adına giriştikleri eylemleriyle ortaya çıkan tablo statükonun kaşarlanmış muhafızları tarafından dengeleri yeniden kurmak için ciddi bir fırsat olarak görülüyor. Öğrencilerin “AKP defol, üniversiteler bizimdir!” söylemi sol-sosyalist veya demokrat perspektif açısından dahi tam bir miyopluktur.
Bir deli gömleği gibi Kemalizmi bütün bir topluma giydirmek için her türlü zorbalığa başvuran askeri cunta düzenine yönelmesi gereken tavır AK Parti’ye yönelen kör bir şiddete, mantıksız bir öfkeye dönüşmüş durumda. Bu siyaset çıkmaz sokağı işaretler. Zaten öğrencilerin devrimciliğini de, sosyalistliğini de, hırçın muhalefetini de CHP ve TÜSİAD nezdinde sempatik kılan şeyler bunlardır. Kemalizmin partisi ve sermayesi nezdinde makul ve makbul olan da herhalde ancak bu tür bir miyop ve kullanıma elverişli devrimcilik olsa gerek!
Ergenekon sürecinin hepten fasa fiso olduğunu ispatlamak üzere ihdas edilmiş tartışma programlarında cunta tehdidi ile öğrencilerin protestosuna yönelen polis şiddeti kıyaslanıyor. Askeri cunta ve darbe tehdidinin komplo olduğuna dair haberlerin etkisini yitirdiği dönemde bütün bir toplumun izlenip dinlendiği, en masum taleplerin dikta yöntemleriyle bastırıldığı tezi devreye sokuluyor.
Yıllarca “Beyoğlu’nda travestilerin sokakta veya karakolda yedikleri dayak” meseli üzerinden homoseksüel kimliğin meşrulaştırılmasına dair ahlak, tutarlılık ve vicdan çağrılarına muhatap olduk. Şimdi de eyleme katılan bir kızın “polis şiddetinden düşük yapması” ile derin bir acı ve utanç duyma çağrısı yapılıyor. Mukayese ise başörtüsü eylemleri sırasında polis müdahalesiyle bebeğini kaybeden bir hanım üzerinden yapılıyor. İkisi de eylemci, ikisi de hamile, ikisi de polis müdahalesiyle çocuğunu düşürüyor. Bunlar doğru. Ancak ikisinin eylem tarzı, ikisinin hamile kalış süreci birbiriyle aynı mı? Sadece düşük yapmış olmaları ile bizlerden istenen zorunlu merhamet duyma, utanma ve sahip çıkma çağrısı yapanların söylemi eşitlik ve tutarlılık değil olsa olsa şaşılıkla izah edilebilir.
Bir kadının gayrı meşru bir ilişkiden hamile kalması bir insanın haksız ve ölçüsüz bir şiddete maruz kalmasından daha mı az kötüdür, çirkindir? Bu başka konularda da karşımıza çıkan, çıkartılan bir dayatmadır. Töre cinayetine karşı çıkarken eğer namussuzluğa, iffetsizliğe, aldatmaya da karşı çıkmıyorsanız bunun adı özgürlük değil, ahlaksızlığı normalleştirme girişimi olur. Dar ve basit bir çerçeveyi tutarlılık adına künhüne vakıf olmak için az da olsa uğraş vermediğiniz her bir olaya uygulamaya kalkışırsanız adaleti de adaletin tesis etmek istediği merhamet toplumunu da boş bir hülyaya çevirirsiniz.
Polis şiddetine karşı çıkmak ve eleştirmekle gayrı meşru bir ilişkinin reklam edilip masumlaştırılmasına karşı çıkıp eleştirmek birbirinden ayırt edilemez. Rahatsız edici olan siyasi taleplerin baskıdan azade olması değil bu talepler üzerinden ahlaki değerlerin aşındırılması ve İslâm karşıtlığının farklı söylemlerle geliştirilmesidir. Zulme karşı çıkarken, bir başka zulmü doğallaştırma, meşrulaştırma, sıradanlaştırma yanlışına düşmek kabul edilemez.
Not: Bu makale aynı zamanda 13 Aralık 2010 Pazartesi günlü Yeni Akit Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
YAZIYA YORUM KAT