“Yükselen Dindarlık Çürüyen İnsan ve Ahlak”
Özgür-Der Diyarbakır Şubesi’nin her ay periyodik olarak gerçekleştirdiği programlar dizisi “Yükselen Dindarlık Çürüyen İnsan ve Ahlak” konusunun irdelemesiyle sürdü.
Programa Arş. Yazar Şuayb Mekeç, Arş.Yazar Abdülhakim Beyazyüz ve Arş. Yazar Hasan Eker konuşmacı olarak katıldı. Ömer Aslan’ın katılımcılar hakkında verdiği kısa bilginin ardından panel, Nurullah Canpolat’ın Kur’an tilavetiyle başladı. “Yükselen Dindarlık Çürüyen İnsan ve Ahlak” konusunun irdelendiği panelde, yükselen dindarlığa karşın insan ve ahlaki değerlerin çürümesi, bunun nedenleri ve çıkış yolları üzerinde duruldu.
İnsanlık açısından bizim durumumuz nedir?
İlk konuşmacı olarak ilk sözü alan Abdulhakim Beyazyüz, buradaki yükselen dindarlık olayını; yükselen muhafazakarlık-yükselen sahte dindarlık diye anladığını ifade ederek, “zira dinle ahlak ebetteki birbiriyle iç içe ve dindarlık yükselirken inanlığın çürümesi (doğru bir dindarlıktan bahsediyoruz) ebetteki mümkün değil. Zaten söylenirken de daha ağırlıklı olarak sahte dindarlık, şekli dindarlık bağlamında arkadaşlarımızın kullandığını biliyorum.” şeklinde konuştu.
“Acaba insanlık açısından bizim durumumuz nedir?” sorusuna seküler kesim ve dindar kesim alt başlıkları altında yanıt arayan Beyazyüz, “Türkiye’de bildiğiniz gibi cumhuriyetin ilanından sonra epeyce bir zaman seküler kesim bir hâkimiyet sağladı. Modernist politikalar uygulandı. Gardırop devrimciliği denilen şekilsel anlamda meseleye yaklaşan bir anlayış geliştirildi. Bu açıdan baktığımızda doğrusu seküler kesimin bu dönem içinde ortaya koymuş olduğu pratik insanlık değerleri açısından çok kötü ve insanlığı sınıfta bırakan bir duruma işaret ediyor. Bunun akabinde hani biz şunu görseydik; ekonomik açıdan iyi olsaydık, çalışma disiplinine kavuşsaydık, aklın daha faal bir hale getirildiğini görseydik, yani toplumumuz başka açılırdan kazançlı çıksaydı. Velev ki dini değerler açısından değil, sekülerlik açısından olsa bile ama onu bile göremedik.” dedi.
Beyazyüz, dindar kesimin durumunu ise şu şekilde özetledi: “Muhafazakâr kesimin başa gelmesini hepimiz sevinçle karşıladık. Allaha hamd olsun. En azından Müslüman kesimin-dindar kesimin 80-90 yıllık dönem boyunca kendisine reva görülen haklarını iade ettiğine tanıklık ettik. Maalesef daha sonraki dönemlerde tekrar geriye dönüş söz konusu oldu. Güçlenince mi, belli bazı kadroların sağlanmasından sonra mı? Birçok sebep sıralanabilir. Bu noktada Kemalist kadroların hala aktif olduklarını, dindar kesimin Kemalist ilkeleri benimsemediklerini söyleme özgürlüğüne sahip olmadıklarını da görmekteyiz. Bu dönemde bu özgürlükleri daha ileriye götürmeleri gerekirken, gerek işe alımlarda, gerek ekonomik imkânlardan toplumun faydalandırılmasında, gerek özgürlükler anlamında maalesef bir geriye gidişin şahitleriyiz. Milliyetçiliğin tekrar kutsandığını görüyoruz. Tekrar devletin kutsandığını görüyoruz…”
Amelin imandan ayrı tutulmasıyla çürüme başladı
İkinci olarak söz Hasan Eker aldı. Eker, çürümenin iman ve amelin ayrı değerlendirildiği sultanların gölgesindeki tartışmalarla başladığına dikkat çekerek, “cennetle ve cehennemle ilgili ayetlerin tamamına bakın çoğunda şunu göreceksiniz; yapmakta olduklarınız sebebiyle yani amellerinizle cennette veya cehenneme gireceksiniz. Allah böyle söylüyor, peki biz ne diyoruz; ‘yok amel imanın bir parçası değildir.’ böyle olunca ne olur? Müslümanım dedikten sonra nasıl olursa bu dinden çıkış yok, istediğin şeyi yapabiliyorsun. Size bir örnek vermek istiyorum; karşınızda bir aç insan var, aç. İstediğiniz kadar onun açlığına ağlayın, merhamet edin, kalbiniz merhamet duygularıyla dolsun taşsın. Siz ona yemek yedirme amelinde bulunmadığınız sürece ona bir faydanız yok. Hastasınız, doktora gittiniz. Doktorunuza ‘size güveniyorum’ dediniz. İstediğiniz kadar söyleyin. doktorunuzun söylediklerini uygulamadıkça ne anlamı var. Doktorla uyumlu olmadıkça ne anlamı var. Hiçbir anlamı yok ki, peki bu kadar iman amel içe içe girerken nasıl oldu da bu kırılma yaşandı? Zalim sultanlar iş başına geldikten sonra. ‘Müslümanım’ diyenler İslam’a aykırı her türlü işi yapmaya başladılar. İslam’a aykırı davranışlarımız bizi dinden çıkarır mı çıkarmaz mı? İmanı bozar mı bozmaz mı? Sıkıysa zalim sultanların gölgesinde yapılan bu tartışmada ‘amel imanın parçasıdır’ deyin. Eğer iman ettikten sonra ‘amel yoksa bu seni dinden çıkarır’ mı, sıkıysa bir söyle bakalım. Söyleyemezsiniz. Zaten onların gölgesinde yapılan bu tartışma onların lehine sonuçlandı. Yani amel imanın bir parçası değil. O yüzden bugün müslümanım diyenler, sadece tabelayı asmamız yeterli. ‘Müslümansız demek yeterli’ edikten sonra her şeyi yapabiliyoruz. Ve hiçbir zaman aklımızdan dinden çıkmak gelmiyor. Ebedi cehennem gelmiyor.” şeklinde konuştu.
Bu durumun büyük günahları işlemeyi hafife almayı ve sıradanlaştırmayı beraberinde getirdiği tespitinde bulunan Eker, “Onlar günahlarda bile bile ısrar etmezler. Müslüman da büyük günah işler. Bir tane işledi, iki tane işledi bu insanı dinden çıkartır mı? Hayır. Tövbe edersin, hayatından günahı çıkartırsın. Ne olduğunu bile bile hele büyük günahları ısrarla sürekli yapıyor olmak; sürekli günah işler hale geldik. Kendimize göre de bir yorum yapıp içinden çıkıveriyoruz. Olmaz ki, böyle bir şey. İsrailoğulları aynen böyle çürüdü. Peygamberleri öldürmeye varana kadar. Şirke varana kadar her türlü günahı işliyorlardı. Akıllarına asla ebedi cehennem gelmiyordu. Ne diyorlardı; cehenneme girsek bile sayılı birkaç gün dokunacak. Girip çıkacağız. Bugün müslümanım diyenlerin hepsi ‘cehenneme girsek bile sayılı birkaç gün-geçici olarak kalacağız’ inancına sahipler. Ebedi cehennemde kalma düşüncesi yok.” diye konuştu.
28 Şubat döneminde rol modelliğimiz büyük bir darbe aldı
Son olarak söz alan Şuayb Mekeç, İslam ümmetinin parçalara ayrılmasının yarattığı tramvaya dikkat çekerek, “bu yüzyılın başında İslam ümmeti parçalara ayrıldı. Müslüman halklara dönük politikalar dayatarak, zorla dönüştürerek yeni bir taktikle İslam diyarlarını ulusal sınırlara böldüler. Bunlara ideolojiler dayattılar. Bu ideolojiler insanları kimliksizleştiren, ahlaksızlaştıran, içinde bulundukları seküler durumda olduğu gibi aynı durumları taşıyan seküler ideolojilerdi. Bir takım eksiklikler telafi edildi ancak kimliksiz, eklektik bir dindarlıkta yanı başımızda varlığını sürdürüyor. Bu konjonktür buna müsait.” dedi.
Bütün olumsuzluklara rağmen mazeretlere sığınamayacağımızın altını çizen Mekeç, “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. Ayeti bizim her şart ve ortamda taşımamız gereken sorumluluğu ortaya koyuyor. Ayet Resulullah ve arkadaşlarının sıkıntı içerisinde oldukları bir dönemde nazil olmuştur. Yani şöyle bir mazeretimiz yok; ‘bunalım çağında yaşıyoruz, kültür kirlendi, eğitim kirlendi her şey kirlendi. Yapabileceğimiz bir şey yok’. Hayır, böyle bir lükse sahip değiliz. Müslümanlar Mekke’de bir avuçlar. Sayıları son derece sınırlı olmasına rağmen Allah ahlaklarını düzenleyen, karakterlerini terbiye eden ayetler gönderiyor. Onlar da buna göre davranıyorlar. Buradan şuraya gelmek istiyorum: bugün bir kolaylıklar dönemi yaşamaktayız. İmkânlarımız iyi. Fakat Allah’u Teâlâ günleri aramızda dolaştırıyor. Rahat oldukları bu dönemde Müslümanlar imtihanlarını düzgün veremiyorlar. Daha çok koşturmamız gereken, gençlerle irtibatımızın daha çok olması gereken noktalarda maalesef bocalıyoruz. Islah ve ihya çalışmalarına yönelik müdahalelerden bir tanesini biz 28 Şubat sürecinde yaşadık. 28 Şubat döneminde rol model olayımız büyük bir darbe aldı. Bugünkü gençliğin bu durumda olmasının etkilerinden bir tanesi de budur. Evet, dijital ortam yaşanıyor. Çok kolaylıklar sağlanıyor gençlere. Gençler narsisleştiler, nihilistleştiler, bencileştikler, bana neci olduklar. Bir tıklama kadar bilgi yakın kendisine, ‘bana ne diyor ya’, ‘her türlü bir bilgi elimin altında’, ‘bir tıkla istediğim cevabı alırım’ gibi anlayış da etkili oluyor ancak bu duruma gelinmesinde rol model durumumuzun dumura uğratılmasının büyük payı var. Rol model olabilecek gençlerimiz olgunlaşmalarını tamamlayamadılar.” şeklinde konuştu.
Mekeç, Nevzat Tarhan’ın, “gençler Allaha inanıyor ama ona nasıl güvenilmesi gerektiğini bilmiyorlar” tespitini hatırlatarak, karşımızdakilerin bütün güç, tuzak ve saldırganlığına rağmen Allah’a olan güvenimizi diri tutmanın önemi üzerinde durarak konuşmasını sonlandırdı.
HABERE YORUM KAT