1. YAZARLAR

  2. Etyen Mahçupyan

  3. Yozlaşmanın adresi: Merkez
Etyen Mahçupyan

Etyen Mahçupyan

Yazarın Tüm Yazıları >

Yozlaşmanın adresi: Merkez

08 Kasım 2009 Pazar 12:03A+A-

Genelkurmay’ın ihtirasla yürüttüğü asli işlevlerden biri olduğunu galiba artık anladığımız ‘toplumsal manipülasyon’ görevi, son ortaya çıkan ihbar mektubuyla etraflıca ortaya serildi. ‘İrticayla mücadele eylem planı’nı ihbar eden kişi bu kez de ‘internet siteleri andıcı’nı ve onun eki mahiyetindeki ‘psikolojik harekât siteleri listesini’ göndermiş. Bu belgelerden anlaşıldığına göre Genelkurmay’ın darbe harekâtına verdiği desteğin deşifre olmasının ardından, kamuoyu algılamasını tersine çevirmek üzere bir dizi manipülasyon planlanmış ve bu ‘tedbirler’ bir andıça dönüştürülmüş. Amaç gerçeğin anlaşılmasını engellemek, olayları çarpıtmak, kafaları bulandırmak ve bu arada da Anayasa Mahkemesi üzerinde baskıları arttırıp yargılama sürecinin askerî yargıya alınmasını sağlamak. Böylece hem demokrasi mücadelesi içinde olanları yıpratmak, hem de ‘sürekli darbe’ girişiminin faili olan Karargâh’ı aklamak...

Cumhuriyet’in pembe dönemindeki ‘sürekli devrim’ ufkunun, bugün ‘sürekli darbe’ye dönüşmüş olması şaşırtıcı değil. Çünkü o devrimlerin ruhunda, zaten kendisini toplumun üstünde farz eden bağımsız bir elitin iradesi var. Diğer bir deyişle Cumhuriyet zaten bir darbe düzeni... Bu açıdan bakıldığında orduyu mazur görmek bile mümkün. Ne de olsa kendilerine düşeni yapmanın peşindeler. Diğer bir deyişle eğer Cumhuriyet’i otoriter zihniyete uygun olarak şekillendirir, o noktada sabitler ve her türlü değişim talebini güç kullanarak bastırma yolunu benimserseniz, ordunun da pek başka türlü davranmasını bekleyemezsiniz. Dolayısıyla bugün karşımızda yozlaşmış bir askerî kurum yok. Yozlaşmayı doğallaştıran bir rejimin askerî kurumu var.

Bunu kabullenmenin zorluğu karşısında birçok insan bunun ‘ittihatçılık’ olduğunu vurgularken ‘Atatürkçülükten’ de ayırma kaygısı taşıyor. Öyle ki devletin bütün kötü tarafları ‘ittihatçılık’, iyi tarafları ise ‘Atatürkçülük’ olarak sunuluyor. Bunun ardındaki koruma içgüdüsünü ve devleti kaybetme korkusunu anlamak mümkün. Ancak tesbit yanlış... Çünkü Mustafa Kemal’in bazı İttihatçılara mesafe almasının ardında siyasi erk kavgası ve kariyer çatışmasından fazlası çok etkili olmamış. İdeolojik planda bakıldığında Cumhuriyet’in hem kadro hem de siyaset stratejisi açısından ittihatçılığın devamı olduğunu görmek pek de zor değil.

Bu nedenle de Cumhuriyet’in devleti ve ordusu alışmış olduğu, bildiği ve bunca yıldır kurumsal prestiji ayakta tutmaya hizmet etmiş olan bir tutumu sürdürüyor. Sorun şu ki, bunca yıl bu yapılanlara ‘yozlaşma’ denmiyordu, ama şimdi deniyor... Ordunun ve onun destekçisi olan kurumların anlamamakta ısrar ettikleri şey, Cumhuriyet’in bugün kabul edilmesi mümkün olmayan bir zihniyet içinde şekillendiği ve ‘Cumhuriyet’in ilkelerinin’ yorumlanma biçiminin de artık taşınamayan söz konusu zihniyeti temsil ettiği.

Ergenekon tutuklusu Albay Atilla Uğur’un son mahkeme oturumundaki sözleri bu hüzünlü durumu çok iyi yansıtıyor. “Ben 2003-2004 yıllarında iki ayrı istihbarat başkanının ve iki ayrı Jandarma genel komutanının emrinde, kanun, yönetmelik ve yönergelerde açıkça belirtilen görevleri yapmakla yükümlüydüm... Yani örgüt varsa Jandarma Genel Komutanlığı ve TSK mensuplarının tamamı üyelik ve yöneticilikten yargılanmalıdır.” Uğur’un bu sözleri hangi amaçla ve nasıl bire ruh hali içinde sarf ettiğini bilmiyoruz. Ama muhtemelen kendisine yöneltilen suçlamanın anlamsızlığına işaret etmek istemiştir. Oysa Uğur’un sözleri yapılması gereken tesbitin özü... Ortada görevini kötüye kullanan kimse yok. Ne var ki görevin kendisi kötü... Bu görev anlayışı ancak baskıcı, faşizan bir rejimde ‘normal’ kılınabilir. Toplumun tümünü bir manipülasyon alanı olarak gören, halkın talep ve tercihlerini tehdit olarak algılayan, özgürlüğü hazmedemeyen ve sivil alanın içinde kendisine yandaş yaratmak üzere gizli operasyonlar yapan her kurumun meşruiyeti sallantılı hale gelir. Bugün TSK da bu noktada...

Ne var ki bu kurumun bütün anlam dünyası, hiyerarşisi, kariyer kriterleri, görev anlayışı ve siyaset stratejisi, kendi içinde bütünsellik taşıyan bir baskı rejiminin asli unsurunu oluşturmakta. Cumhuriyet’in kuruluş mantığı orduyu rejimin merkezine oturtmuş durumda ve dolayısıyla rejimin içindeki ideolojik çarpıklıkların öncelikle orduda somutlaşması son derece doğal. Hiçbir sistem çeperden yozlaşmaz... Eğer merkez sağlamsa, çeperdeki yozlaşmalar erimeye ve yok olmaya mahkûmdur. Ama eğer merkez yozlaşırsa çeperi tutmak mümkün olmaz. Meraklısı bu tesbiti Genelkurmay’dan JİTEM’e uzanan çizgiye oturtabilir.

Öte yandan asker eleştirisinin de bir nüansa itina göstermesi lazım. Bu kurum bugün komuta heyetindeki askerler nedeniyle bir yozlaşma yaşıyor değil. Aksine kendi bireysel performansları açısından belki de son derece ahlaklı insanlarla karşı karşıya olabiliriz. Ayrıca kurumun da kültürel olarak bir yozlaşma içinde olduğu iddia edilemez. Kariyer ilkelerinde ve görev anlayışında bir değişiklik olduğunu söylemek çok zor. Mesele, zaten yozlaşmaya eğilimli olan bir rejimin taşıyıcısı olmaktan ve rejimin bu yozlaşmanın görünür olmasına tahammül edememesinden kaynaklanıyor. Öte yandan şeffaflığı ve demokrasiyi hazmetmemenin göstergesi olan bu tahammülsüzlük, zaten yozlaşmanın da açık belirtisi.

Türkiye’de yozlaşmanın adresi ‘merkezdir’... Yozlaşmanın en yoğun olduğu, yozlaşmanın bir ‘siyaset’ haline geldiği yerdir ‘merkez’. TSK’nın talihsizliği, askerlik mesleğinden ziyade, bu merkezin koruyuculuğunu görev olarak alması ve kendi bekasını bu görev üzerinde inşa etmesi.

***

Geçen hafta
‘merkez’de önemli bir gelişme daha oldu. Siyasi hayatımızın ‘kötürümleri’ ANAP ve DYP Cindoruk başkanlığında birleşti. Bu hayırlı bir gelişme... Çünkü merkezdeki yozlaşmalar, zamanın ruhunun müsaade ettiği dönemlerde, bu ortama teşne olanlar için bir mıknatıs alanı oluştururlarsa da, söz konusu zihniyetin değiştiği, yozlaşmanın görünür olduğu dönemlerde de birer kara deliğe dönüşürler. Bu iki partinin birleşmesi, havuzda yüzdükleri için kendilerini yüzücü sanan iki kişinin, açık denizde yüzmeye kalkınca batmamak için birbirlerine sarılmalarını akla getiriyor.

Haftanın kişisi ise bu ‘mutlu’ olaya katkılarını esirgemeyen Hikmet Çetin. “Türkiye’de demokrasinin daha sağlam bir şekilde kurum, kuram ve kavramları ile özgürlükçü, katılımcı nitelikleriyle yerleşmesini isteyen herkes bu oluşuma katılmak zorundadır” demiş. Bu bir şaka değil... Çünkü Çetin, bakılırsa bunlar hiçbir zaman sağ partiler değil, merkez partilermiş ve şimdi de ‘daha merkez’deki yerlerini sağlamlaştırmak istiyorlarmış. Yani? Halkla toplumsal sözleşme imzalayacak, hukukun üstünlüğüne dayanan bir rejim getireceklermiş.

Eğer ‘daha merkez’ bu olsaydı, herhalde şimdiye kadar epeyce farklı bir ülkeye sahip olurduk. Maalesef gerçekler aksi yöne işaret ediyor. ‘Merkez’ tam da bunların engellendiği yer ve bu birleşme gerçekten de tam merkeze oturuyor.

TARAF

YAZIYA YORUM KAT