Yozlaşma
-İktidarın insanları yozlaştırdığına ilişkin basmakalıp cümleyi sıkça duyarız. Bu tespit yanlış değildir... Ama gerçekte insanî zaafı gizlemeye yarayan bir yüzeyselliğin de uzantısıdır.
Çünkü iktidar her zaman bir azınlığın elindedir ve bizler kendimizi yine hemen her zaman o azınlığın dışında, bir tür 'doğal mağduriyetin' içinde tanımlarız. Dolayısıyla yozlaşmayı kendi uzağımızda, başkalarına ait bir nitelik gibi sunarız. Oysa iktidar denen şey tüm beşeri hayata nüfuz eder ve yönetme yeteneğinin otoriter zihniyet içinde kullanılmasına atıfta bulunur. Diğer bir deyişle iktidar kullanımı sadece ülkenin karar merkezlerinde, kapalı kapılar ardında tecelli etmez, sokağa iner, evimize girer ve bizleri de kendi parçası kılar. İktidarın meşruiyeti herkesin kendi küçük iktidar alanını yaratması için teşvik edici bir ortam oluşturur ve hepimiz bu imkânı az veya çok kullanırız. Bu nedenle yozlaşma denen durum hiçbir zaman sadece tepede ve merkezde yaşanmaz... Bizleri de içine alır, ama büyük iktidara işaret ederek kendimizi yozlaşmanın dışında tanımlamaktan hoşlanır, vicdanlarımızı rahatlatırız.
Öte yandan iktidar dağılımına paralel olarak, yozlaşmanın sorumluluğunun da göreceli olduğunu kabul etmek durumundayız. Bir devletin veya bürokratik kurumun yozlaşması, muhakkak ki bir esnafın ticarî işlerinin veya bir ailenin iç yozlaşmasından çok daha önemlidir, çünkü etrafa sirayet etme ve tetikleme yeteneği daha fazladır. Ancak bu gözlemin bizi rahatlatmamasında yarar var... Çünkü hiçbir şey yapmasak, elimizde hiçbir güç olmasa ve salt seyirci koltuğunda oturuyor olsak da, devletin yozlaşmasında payımız var. En azından sessiz kalarak, seyirciliği normalleştirerek, gördüğümüzü görmezden gelerek, kendimizi devlete bilinçli olarak yabancılaştırarak bu hastalanma haline destek vermiş oluruz. Böyle bakıldığında yozlaşmanın aktif ve pasif halleri olduğunu söylemek anlamlı gözüküyor. İktidarı elde tutan kendi tasarrufu ve tercihleriyle yozlaşmayı derinleştirirken 'aktif' bir konumdadır... Buna karşılık söz konusu derinleşen yozlaşmayı kabullenen ve sıradanlaştıran daha geniş yığınların ise 'pasif' konumda hayati bir işlev gördüklerinin altını çizmek gerekir.
Bu bağlamda diktatörlükler epeyce rahatlatıcı rejimlerdir. Çünkü tepedeki yozlaşmaya karşı çıkmanın karşılığı ölüme kadar uzanıyorsa, toplumun tepkisizliğini eleştirmek hiç de kolay olmaz. Oysa demokrasilere doğru yaklaşıldığında 'pasif' yozlaşmanın meşrulaştırıcı değeri de giderek artar. Dolayısıyla demokrasilerde 'sessiz çoğunluk' lafı anakroniktir ve henüz o toplumun demokrasiyi kavramadığının işareti olarak okunmalıdır. Açıktır ki, demokrasilerde çoğunluk sessiz olamaz... Sessiz kalmak devlete ortak olmak, yapılanların sorumluluğunu paylaşmak ve giderek savunmak demektir.
Böyle bakıldığında Kürt meselesi sadece devletin hastalıklı bir iktidar kullanımına işaret etmez. Başta medya olmak üzere tüm 'sivil' alanların da aynı iktidarın parçası olduğunu söyler. Bu nedenle asıl meselenin 'Türk meselesi' olduğunu söylemek çok daha doğrudur, çünkü 'Kürt meselesi' Kürtlerin haklarını öne çıkarırken, 'Türk meselesi' doğrudan bu hakların engellenmesini mümkün kılan geniş bir yozlaşma haline karşılık gelir.
Söz konusu yozlaşma sadece bir kayıtsızlık veya duygudaşlık olayı değil. Yapısallaşmış, sistemleşmiş, devletin ve ona damgasını vuran rejimin belkemiği haline gelmiş bir özellik. Bu nedenle de esas olarak hukuk anlayışına ve yargı sistemine yansıyor. Gelinen noktanın ayırdına ise, maalesef ancak sistemin kendini gülünç kılmasıyla varıyoruz. Geçenlerde bir mahkemede Hatip Dicle hakkında 10 yıl hapis cezası istendi. Çünkü Dicle bir kitabında ve bir konuşmasında PKK'lılar için 'gerilla' demişti... Gerilla demek örgütü övmek, örgütü övmek de örgütün propagandasını yapmak demek türünden bir çıkarsama sonucunda savcılık her bir gerilla sözcüğü için 5 yılı uygun bulmuş durumda... Başka bir davada pankart asmak nedeniyle suçlanan iki gencin beraatine karar verildi. Ancak bu iki genç tam 19 ay hapiste tutulduktan sonra... Asıl ilginci, bu davada savcının beraat istemesine karşın mahkemenin olayı sürüncemede tutması, iki insanın hayatının bir bölümünün gaspedilmesine yol açmasıydı. Bir diğer davada ise Habur'da giriş yapan PKK'lılardan Mustafa Ayhan yaklaşık 11 yıla mahkûm edildi. Ne var ki aynı kişi ve arkadaşları Habur'da giriş yaparken yargılanıp serbest bırakılmışlardı. Çünkü onları çağıran devletin kendisiydi ve bir sanığı çağırıp kandırarak hapse atmak devletin şerefinin ihlali demekti. Ancak anlaşılan mahkeme bu nüansı değerlendirmeye yatkın değildi...
Bu olaylar bugün hepimizin gözü önünde oluyor ve yargı müessesesi başta olmak üzere, medyanın büyük çoğunluğu ve bizler kılımız kıpırdamadan başka hayatlar üzerindeki eziyeti izlemeye, bu durumu sıradanlaştırmaya devam ediyoruz. Yozlaşma bizi o kadar uzun zaman ve o denli yakından kuşatmış ki, bunun kendi yozlaşmamız olduğunu bile anlamayıp uzağımızdaki iktidara gönderme yaparak rahatlıyoruz.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT