Yolsuzluk avcıları, yardımlaşmaya karşı
Doğrusu Almanya Deniz Feneri davası ile ilgili kafam hayli karışıktı. Çünkü bırakın Almanya'yı, Türkiye'deki Deniz Feneri'yle bile olan tanışıklığım, vaktiyle soyisim benzerliği nedeniyle bendenizi 'patronlardan' zannederek e-posta gönderen ihtiyaç sahibi bir okurumu yönlendirmek istememden ibaretti. O minik tanışma da, konunun araştırılacağının ve sözkonusu kişi gerçekten yardıma muhtaçsa listeye alınabileceğinin, bu durumda dahi sırasını beklemesi gerektiğinin söylenmesiyle sona erdi. Hem olsa bile bir ahbaplık; yetimler, yoksullar, güçsüzler için infak edilmiş paraları iç etmeyi affedemezdim ve kim yaptıysa cezasını ağır tarafından bulmalı diye düşünüyordum.
Ta ki; Hürriyet sütunlarında okuduğum “Viyana'daki Milli Görüşçü “Wonder”e de para aktarılmış, Almanya'daki Deniz Feneri'nin Avusturya ile de bağlantısı var” diyen yazıyı görene kadar. Oysa Wonder'in “Milli Görüşçü” olduğu doğru değildi, Viyana'da ziyaret ettiğim Wonder, bahsi geçen Wonder'se eğer, bu kesimdeki en apolitik oluşumlardan biriydi.
Başkanı Yusuf Kara da Türkiye'deki yasaklardan dolayı eğitim imkanı bulamayan yoksul ama zeki öğrencilere kalacak yer ve burs temin etmekten öte amacı olmayan bir ben-i ademdi. Gitmiş, görmüş ve yazmıştım da, olay hepi topu bu kadardı.
O halde bi nefeslenmek, hele de Deniz Feneri için gösterilen gayret, cevvaliyet ve himmetin yarısı bile Ergenekon'dan esirgeniyorsa bi durmak, çok iyi bildiğiniz yanlışlar, gazete sütunlarından yoğrulmuş çamur olarak hedeflere fırlatılıyorsa bi şerh düşmek, “gerçek” için davanın sonunu beklemek gerekiyordu. Gereğini yapmaya karar verdim.
O yüzden Deniz Feneri iddialarıyla şu an ilgilenmiyorum, beni ilgilendiren, aşama aşama ve dört koldan işletilen bir süreçle yardımlaşmanın kabahat; yardım edenin “keriz” haline getirilmesi.
“Kömür dağıtarak oy topluyorsunuz” gibi özlü sözlerle bir siyasi argüman oluşturan ve yaptığı yapacağı tek muhafeti bunun üzerinden kurgulayandan tutun, “Verdiğiniz ve karşılığında dua aldığınız yardım, zaten o yoksulların hakkı” diyerek, yardımseveri sosyalizm ve eşitlik üzerinden sınayanlara kadar pek çok söylemin muhatabı olan “yardımlaşma” dinamiği; şimdi de Deniz Feneri üzerinden dinamitleniyor çünkü.
Pekala, “Deniz Feneri'ne, IHH'ya, Kimse Yok mu'ya yardım etmeyin” anlamına da gelebilecek bu yayınlar, anafikir olarak kimsenin yardım kurumları vasıtasıyla yoksullara yardım etmemesini, herkesin “kendine yontmasını” salık veriyor desek, yalan olmaz. Aydın Doğan'ın milyonların hakkı olan Hilton'u nasıl babasının malını ister gibi istediğine bakınca zaten yanılmadığınızı anlıyorsunuz.
Oysa “kendine yontma” sistemlerinin şahı olan kapitalizm bile, yoksullara yönelik vicdan gösterilerine, küçük günah çıkarma ayinleriyle gönül alma törenlerine mecburdur. Çokuluslu şirketlerin, büyük sermayenin sosyal sorumluluk projelerine ayırdığı bütçeler de, gelişmiş ABD ve Avrupa devletlerinin yılda iki kez bir araya gelip “Afrika'ya ne yapabiliriz” göz boyamalarına soyunduğu toplantılar da bunun eseridir. Malumunuz, zenginlik hırsıyla malul ölümcül amaçların üstünü örtmek, yoksullara merhamet ediyormuş gibi yapmakla mümkündür.
Yardımlaşma faaliyetini “sosyalizm ve eşitlikle” vurmaya kalkanlara ise, SSCB dağılır dağılmaz Türkiye'ye akın eden insanların paçalarından akan yoksulluğu göstermek, dini ya da ahlaki bir engeli bulunmadığı için para kazanmak için vücudunu bile satmaya razı olabilen zavallı kadınların çaresizliğini işaret etmek ve “imkansızlık ve yoksunlukta eşitlik” örneğinin; Türkiye'deki toplumsal/sosyal problemlere bir çözüm getiremeyeceğini söylemek isterim.
Hem bütün bunları bırakın, “yardımlaşma” faaliyetinde kalbi mutmain kılan manevi, mukaddes bir taraf var. Nitekim; vatandaşların çoğunluğunun kurban derilerini köşe bucak saklamak zorunda bırakıldıkları “kurban derileri THY'ye verilecek, ver!” döneminde gönül rızası ve rahatlığıyla “veren” kimseyi hatırlamıyorum. Eğer öyle olsaydı THY'ye yapılan “bağış”, öyle icap ettiği için verilen “bahşiş”, yardım kuruluşları vasıtasıyla ya da bizzat elden ve Allah rızası için verilen de “sadaka” olarak adlandırılmazdı herhalde. Millet nazarında bu üç tanım aynı yere dokunmaz çünkü. Seküler olan “yardım” bile insan vicdanında mutmain bir his bırakmaz.
Yeryüzünde yoksullar ve zenginler, olanlar ve olmayanlar ayrımı ne yazık ki, hep olacak. Yeter ki alan el veren eli görmesin; sağ elin verdiğini sol bilmesin.
Bugün; anlamından sıyrılarak olumsuz göndermelerle donatılarak gözden düşürülmüş olan “sadaka” da, birinin oturduğu yerden el açması öbürünün ona bozuk para atmasından müteşekkil bir kurum değil. Borç verenin borcunu geri alana kadar olan süresinin sadaka olarak değerlendirildiği söylenir; aynı şekilde selam ve güleryüz, otobüse yetişmek için koşan yolcu için şoförü uyarıp otobüsü durdurmak, teyzeyi yoldan karşıya geçirmek, yetimin saçını okşamak, ağaç dikmek de, en basitinden bir yemek tarifini internette misafirim gelecek ne yapsam diye dolanan acemi aşçılarla paylaşmak da sadakadır. Doğruluk anlamına gelmekte ve Allah rızası için yapılmaktadır.
Ve bana kalırsa; kazanç, çıkar, menfaat, fayda için insanların birbirini boğazladığı bir zamanda, gözden düşürülmesi gereken en son şeydir.
Yeni Şafak gazetesi
YAZIYA YORUM KAT