Yılmaz Çakır İtikatta Ölçü Konusunu Anlattı
Asır-Der'de konuşmacı olan Yılmaz Çakır, İtikat konusunu inceledi.
Küçükköy Asır-Der’de düzenlenen aylık seminerlerin ilki 20 Ekim Cumartesi akşamı gerçekleştirildi. Programın konuğu Yılmaz Çakır, “İtikat ve İtikatta Ölçü” konulu bir konuşma yaptı.
“İtikat” kelimesinin sözlükte "iman, sahih-sağlam iman" anlamlarına geldiğini, İslam ıstılahında da bu kelimenin “Kul ile Rabb'i arasındaki kesin akit, sözleşme” manalarını içerdiğini belirterek konuşmasına başlayan Çakır, özetle şunları kaydetti:
Kur’an’ın bu konuda bizlere öğrettiği en temel ve değişmez kaide; bir Müslümanın itikadının şek ve şüpheden mutlak manada arınmış olması gerektiğidir. Peygamberler dahi bu ilkeden muaf değillerdir. İbrahim(a.s)’ın kıssasında Hz.İbrahim’in Allah’ın ölüleri dirilteceğine iman etmesine rağmen kesin manada mutmain olması için Allah’tan kendisine yeniden dirilmeyi göstermesini istemesi ve Allah’ın da bazı kuşlar vasıtasıyla bu isteği yerine getirmesi, akidenin zandan ve şüpheden bir şey taşımaması gerektiğinin delilidir. Bunun yanında itikadın umdeleri; zamanın, mekânın, şartların farklılaşmasıyla herhangi bir değişikliğe uğramaz.
Allah, kendisinin varlığı, tek ilah oluşu gibi itikadın bazı cüzlerini insan fıtratına ve kâinata yerleştirmiştir. Bunun yanında birçok kez kitap ve peygamber göndererek bu enfusi ve afaki ayetleri delillendirmiş ve kuluna bu konuda yardım etmiştir. Bütün bunlara bakarak Rabbimizin muradının, kulunun inancını kesin ve sahih bir noktaya taşımak olduğunu anlayabiliriz.
İtikat konusu, gayb alanıyla yakından alakalıdır çünkü gaybi kaidelerin üzerine bina edilir. Beş duyumuzla algılayamadığımız bu alanın nasıl anlaşılması gerektiği, bu açıdan önemli bir noktadır. Gaybi konularda başvurabileceğimiz deliller, “delalet-i kati ve subut-u kati” yani varoluşsal olarak bir şüphe barındırmayan ve herkesin müracaat ettiğinde aynı şeyi anladığı delillerdir. Müslümanın akidesini şekten ve şüpheden mutlak manada arındırması gerektiğini hatırlarsak neden kesin delillere başvurmamız gerektiğini daha iyi anlarız. Günümüzde ise kesinliğinden şüphe duymadığımız tek kaynak, Allah’ın indirdiği ve korumayı vaat ettiği Kur’an’dır. Dolayısıyla itikadımızı oluştururken yalnızca Kur’an’ı esas alabiliriz. Geleneksel algıda ise itikat mevzusunda Kur’an’ın yanında Hz.Peygamber’den rivayet edilen hadisler de ölçü alınmıştır. Bu algı tashihe ve ıslaha muhtaç haldedir zira hadisler farklı kişilerce değişik yorumlanabilirler ve onların üzerinde Allah’ın herhangi bir koruması söz konusu değildir.
Buraya kadar itikadımızı nasıl oluşturmamız gerektiği konusunda usûlün/ölçünün çerçevesini çizen Yılmaz Çakır, itikadımızın umdelerini anlatarak konuşmasını sürdürdü:
Müslümanın akidesinin, imanının şartları Bakara suresi 177 ve 285’inci ayetlerinde “Allah’a, O’nun ahiret gününe, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman” şeklinde açık ve net bir surette ortaya konmuştur. Ancak önemli olan, bu sayılanların muhtevasını ve mahiyetini Kur’an’a göre belirlemektir.
Allah’ın varlığına, birliğine, sıfatlarını yalnızca O’na has kılarak (O’na herhangi bir biçimde şirk koşmadan) iman etmek, Müslümanın itikadının birinci şartıdır. Hayatımızın bütün alanlarında Allah “biricik” olmak durumundadır. Ehl-i Sünnet alimlerine göre, bizim de katıldığımız üzere, iman; kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve salih amellerle tatbik biçiminde zuhur etmelidir. Eğer imanımızı sürekli amellerimizle beslemez isek kalbimiz katılaşabilir, imanımızın derecesi azalabilir. Aynı şekilde devamlı bir biçimde imanımızın gereklerini hayatımızda tatbik etmek suretiyle imanımızın derecesini yükseltebilir, kalbimizi ve nefsimizi arındırabiliriz.
İmanın amellerle tatbik edilmesi kısmını örneklerle açmak ve üzerinde biraz daha durmak yerinde olacaktır. Zira imanın amellerle tezahür etmesi ve fonksiyon kazanması, tarihi süreç içinde göz ardı edilen bir boyut olmuştur. Bir kişinin kelime-i tevhid’i söyledikten sonra imana sahip olacağı ve gereği gibi yaşamasa da hayatı boyunca Müslüman kalacağı ve iman üzere öleceği, Allah’ın takdirine(!) göre gerekirse cehennemde bir süre kalıp sonra cennete gireceği gibi asılsız ve herhangi bir delile dayanmayan anlayışlar ve eylemler Müslümanların zihin ve hareket dünyasında yer bulabilmiştir. Bu bağlamda çeşitli İslami cemaatler ve oluşumlar, insanlara yıllarca “iman esasları”nı anlattılar. Özellikle de pozitivizm/materyalizmin revaçta olduğu dönemlerden kalan bir miras olarak sürekli Allah’ın varlığı ispat edilmeye çalışıldı. Kâinattaki mahlukata zorlama bir biçimde Allah’ın mevcudiyeti söyletilmeye uğraşıldı. Halbuki Kur’an’ın bize öğrettiğine göre, insanlığın temel sorunu Allah’ın varlığına inanmakta değil, O’na “şirk koşmadan iman etmek”tedir. (Yusuf 106) Bu bağlamda Kur’an’ın bize emrettiği şey, Allah’ın varlığını ispatlamak için uğraşmamız değil, inancımıza ve amelimize şirk bulaştırmadan yaşamamızdır.
Bir kez daha vurgulamak gerekirse, Kur’an’ın bize öğrettiği itikatta, iman-amel ayrımı gibi bir anlayış yoktur. Hz.Peygamber’e inen ilk surelerden itibaren inanç ilkeleri ile birlikte salih amellerin önemi ve vazgeçilmezliği de ifade edilmiştir. İlk inen ayetlere bakıldığında dahi siyasal, sosyal, ekonomik alana müdahaleler; bu minvalde emirler, telkinler, ikazlarla karşılaşılmaktadır. Dolayısıyla “iç dünyada derinleşme, önce nefsimizi arındırma sonra eyleme/amele geçme” gibi anlayışların Kur’an’da ve Rasulullah’ın sünnetinde bir karşılığı yoktur.
Müslümanın itikat umdelerinden “ahirete iman” da Kur’an-i çerçevede anlaşılmalıdır. Ahiret gününün mahiyeti, cennet-cehennem gibi konularda “gaybe taş atmadan” Allah’ın kullarına Kur’an’da bildirdiği kadarına iman edilmesi ve bu ayetlerden salih amelleri arttırmaya dönük dersler ve ibretler çıkarılması esastır.
Kulun Rabbi ile yaptığı akitin bir diğer cüzü de “meleklere iman”dır. Günümüz dünyasında Müslümanların hayatlarında meleklerin varlığı olgusu, çok fonksiyonellik arz etmemektedir. Ancak; Kur’an’ın belirttiği şekliyle melekler, Müslümanların hayrını isteyen, onların üzerinde denetleyici ve varlıkları yoluyla yalnızlık hislerini bir nebze olsun azalttıkları mahlukatlardır. Bu anlamda Müslümanların melekleri yeniden hayatlarına davet etmeleri, bir şekilde işlevse kılmaları kendileri açısından hayırlı olacaktır.
Müslümanın akidesinin bir kısmını da “Allah’ın indirdiği kitaplara iman” oluşturur. Bu konuda da bize Kur’an’ın çizdiği yol son derece nettir: “Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır.” (Bakara 121) Şüphesiz ki Kitabı gereği gibi okumak, okunulan şeyin yaşanmasını, hayata geçirilmesini gerektirir. Bu bağlamda “Kitaba iman”dan kasıt, sadece O’nun Allah katından olduğuna inanmak değil, aynı zamanda“Kitab”ın muhtevasına, ilkelerine tam bir teslimiyet içinde sarılmak ve bu ilkeleri yaşamlaştırmaktır.
“Allah’ın gönderdiği peygamberlere iman” da Müslümanın itikadının bir kısmını teşkil eder. Peygamberlere nasıl/ne şekilde iman edileceği konusunda da Kur’an’da açık ayetler vardır. Hiçbir peygamber arasında ayrım yapmamamız gerektiği, her peygamberin İslam’ı tebliğ ettiği, “bizim peygamberimiz, Hristiyanların peygamberi, Yahudilerin peygamberi” gibi bir anlayışın asla doğru olmadığı, Hz.Muhammed’in Allah’ın hem kulu hem de elçisi olduğu gerçeğinin unutulmaması gerektiği, dolayısıyla O’nu gereğinden fazla yüceltmenin ya da O’na gereğinden az itibar etmenin yanlış olacağı gibi prensipler Kur’an’ın nasları ile sabittir.
İtikat konusunda değinilmesi gereken bir nokta da “kader” meselesidir. Başlangıçta ifade etmiş olduğumuz Bakara 177, 185’te sıralanan umdeler arasında “kadere iman” şeklinde bir prensip yer almaz. Kur’an’ın herhangi bir ayetinde de böyle bir şey geçmemektedir. Kur’an’ın indirilmesinden ve Hz.Peygamber’den sonraki dönemlerde çeşitli sebeplerden dolayı “kadere iman” da bir itikat umdesi şeklinde anılmaya başlanmıştır. Bu konuda Kur’an’ın bize öğrettiği ilke ise, insanın irade sahibi olduğu ve her halükarda yapıp ettiklerinden sorumlu olacağı gerçeğidir.
Bir Müslümanın sahip olması gereken itikadın ilkeleri bu şekildedir. Bu ilkeleri azaltmak doğru olmayacağı gibi arttırmak da, ona sonradan birtakım umdeler eklemek de kesinlikle yanlış bir durumu ifade eder, inançta ve amellerde bozulmaya yol açar. Bu bağlamda “mehdilik, Ru’yetullah (Allah’ın ahrette görülüp görülemeyeceği), meleklerin cinsiyetinin olup olmadığı” gibi birçok konuda gereksiz yere tartışmaya girmeye lüzum yoktur. Zira bunlar tartışmalı konular olduklarından itikattan bir cüz teşkil etmezler. Bu tartışma konularının birçoğu Hz.Peygamber’in ölümünden sonraki süreçlerde siyasal ve mezhebi ihtilaflar sonucu ortaya çıkmıştır.
Bir kez daha vurgulanması gerekirse; itikat konusunda Müslümanların anlaması, yaşaması gereken ve diğer insanlara tebliğ ile sorumlu olduğu alan, kesin olan, sabit prensiplerdir ki bunların çerçevesi Kur’an’la şüpheye mahal bırakılmayacak netlikte belirlenmiştir.
Program, katılımcıların katkıları ve soruları ile sona erdi.
HAKSÖZ HABER - Mücahit Gökduman
HABERE YORUM KAT