Yıldızlarımız çarpışmaz!
Allah, varlık, insan, tarih, hayatın anlamı, yaratılışın hikmeti, mebde-mead ve fiillerimizin ahlaki değeri konularında bilgi (ilim) sahibi olmak isteyen bir ilim talibinin yöneldiği birkaç gaye vardır:
Hakikat'e ulaşma çabası (Nazari-teorik ilke); elde edilen bilgiyle yaşama azmi (Ameli-pratik ilke); doğru ilmi bir bütün ve kendi tabii hiyerarşileri (itikad, ahlak, ibadet, muamelat ve ukubat) takip edilerek toplu(m) halinde yaşanması mecburiyeti (Ahkamı tatbik ilkesi); bilgiyi ve ahlaki erdemleri aktarma görevi (Tebliğ, irşad ve Emri bi'l ma'ruf-Nehyi ani'l münker ilkesi); zorba ve sömürücülere, Daru'l İslam'ın bağımsızlığına ve zenginliklerine göz diken harici düşmanlara karşı koyma vecibesi (Hak'ka ve halka karşı sorumluluk olan cihad ilkesi.)
Bu beş ilke arasında öncelik ve önem konularında farklı tercihler yapılmıştır. Kimine göre sosyal ve siyasi hedeflere ulaşıldığında diğerlerinde de maksad hâsıl olacaktır. Genellikle İslamcıların siyaseti öncelemeleri bu fikirden kaynaklanır. Bunun kurucu fikri Cemaleddin Efgani'ye aittir. Maksadın yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğru ve köklü eğitimle hasıl olacağını düşünenler ise, ruhi ve manevi reformları, iman ve ilim eğitimini esas almışlardır. Bunun da kurucu fikri Muhammed Abduh'tur. Bu iki ana akım Sünni ve Şii dünyada hâlâ paralel olarak varlıklarını devam ettirmektedirler.
Bazı âlim ve mütefekkirler ya da cemaat ve gruplar her iki dönemi kendi hayatlarında yaşamışlardır. Mesela Said Nursi Hazretleri bunun tipik misalidir. Üstad siyasi ve içtimai hizmeti öne çıkaran kimliğiyle Mütareke yıllarına kadar Cemaleddin Efgani'nin çizgisinde iken (Eski Said), bu yıllardan sonra Muhammed Abduh'un çizgisine geçmiş, hattı hareketini değiştirmiştir (Yeni Said).
Benim acizane risalelerden anladığıma göre her iki dönemde Said Nursi'nin hedefi tekti: İslam'ın hayat bulması, Müslüman dünyanın eski izzet ve kuvvetini kazanması, İslam Birliği'nin kurulması. Siyasetin bu işte sonuç vermeyeceğine kanaat getirince imanı dönüştürücü bir güç olarak yeni bir tanımsal çerçeveye oturtmak istedi. Buna sadece siyasetin tabii yetersizliğinin farkına varması değil, yanlış ellerde, muhterislerin dilinde nasıl fitne, husumet ve sufli çıkar çatışmalarında kullanıldığına, tefrikaya yol açtığına şahid olunca Muhammed Abduh'un siyasetin kötülüğüyle ilgili sözünün ilk bölümünü söylemek zorunda kaldı: "Şeytan'dan ve siyasetten Allah'a sığınırım." Abduh (öl. 1905) bu sözün tamamını şöyle söylemişti: "Euzu billahi mine'ş Şeytani ve'ssiyase ve men sase ve yesus ve saisin ve mesus."
Müslüman Kardeşler 1950'ye kadar Abduh'un yöntemini takip etti, 1950'den sonra Efgani çizgisine kalboldu. Bu yöntem farklılığı Seyyid Kutup'un "siyaseti ve sosyal hayat'ın dönüşümü"nü esas alan fikri ile "medeniyet"i esas alan Malik Binnebi'nin fikri arasında bir kere daha belirginleşti, geniş bir tartışma alanı başlattı. Bu yöntem farklılığı kıyamete kadar sürecek, İslam'ın zenginliği olacaktır.
Nasıl aklı başında bir Hanefi, "Ebu Hanife'nin içtihatları mutlak ilmi ifade eder, İmam Şafii veya İmam Malik de kim oluyormuş" demiyorsa, aradığı bilgileri, hakikatleri ve lezzeti Risaleler'de bulan bir şakird de "Seyyid Kutup veya Mevdudi, Üstad'la mukayese mi edilir" demez. Kutup ve Mevdudi de tefsir sahibi âlim, fazıl, mücahid ve saygıdeğer şahsiyetlerdir.
İslam âlimlerini birbiriyle çatıştıranların bir bölümü mezhep ve grup taassubunda olanlar; kendi şahsi ve nefsani duygularını mutlaklaştıranlar, çıkar ilişkilerini alimleri paravan kullanarak sürdürenlerdir. Kimileri hasetçilik, kimileri milliyetçilik gibi kalp ve beyin hastalığına yakalanmışlardır. Kimileri ise "müşevvik ve muharrik fitneciler"dir, günümüzde Abdullah ibn Sebe rolünü oynamakta; Kissinger'in "Bundan sonra çatışma bizlerle onlar arasında değil, Müslümanların kendi aralarında olacak" dediği küresel doktrine lojistik destekler sağlamaktadırlar.
Biz Said Nursi'yi de, Mevdudi ve Seyyid Kutup'u da bu dinin İslam denizine akan nehirleri olarak görür, hepsine hürmet gösteririz. Her üçü de tefsir sahibidirler, eserleriyle bizi aydınlatırlar. Bizim gökkubbemizde yıldızlar birbiriyle çarpışmaz, yol gösterir. Kim onları çarpıştırmaya kalkışırsa, Mele-i a'la'nın kanallarına girmeye çalışanların üzerine akıp onu yakan şihab benzeri ateş fırtınalarına maruz kalır, göklerin ateşi onu yakar.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT