Yılbaşı Gelmiş Bana Ne? Arınmaya ve Islaha Devam!
Seksenli yılların son çeyreğinde, bir grup arkadaşla kendi kıt imkânlarımızla çıkardığımız (adı bende mahfuz) bir derginin tanıtımını yapmak istiyorduk. Bu vesileyle bulunduğumuz şehirden, batıya yolculuk yapmaya karar vermiştik. Bu iş için beni görevlendirmişlerdi, arkadaşlarım. Tabii ki, yolculukta bana yetebilecek miktarda parayı da peşin peşin, almıştım…
İşte, tanıtım yolculuğuna çıkabilmek için, bir iki hazırlık yapmam gerekirdi, en başta rahmetli annenim onayını almak, hayır duasına nail olmak gerekirdi, evvel emirde!
Annem, izin vermişti vermesine, ama ya ‘siyasi’ düşüncelerimden dolayı başıma bir iş gelseydi, buna nasıl dayanabilirdi, bunun sancısını çekmişti annem. Yanlış da değil hani, daha kendisi dokuz-on yaşlarındayken, (sanırım kırklı yıllar)babası, yani dedem yürürlükteki devrim kanunlarına, şapka inkilabına kendi imkânlarınca muhalefet edecek olmuş, başına gelmedik işler kalmamıştı, dedemin kafası gözü yarılırcasına namaz çıkışı cami avlusunda jandarma dipçiğiyle öldüresiye dövülmüş ve o da, bulunduğu şehri terk ederek dayılarının köyüne hicret kararı almış ve şehre küsmüştü!
Neyse, bir iki hazırlıktan sonra, onu, yani annemi razı ederek ver elini terminal demiştim! Kafamdaki ilk, belki de tek durağım, ineceğim yer Konya idi. Bu şehre karşı tarihsel bir ilgim vardı, ama orada öğrenci olan, ya da çalışan bir iki tanıdığım dışında hiç kimseyi tanımıyordum. Son anda, oraya gitmekten vazgeçmiştim. Daha, yıllar sonra karlı bir kış günü (yılbaşı sonrası) gitmek nasip olmuştu.
Bulduğum ilk otobüsle rotamı Bursa’ya doğru çevirmiştim. O dönemin şartlarında yaklaşık yirmi saatlik bir yolculuktan sonra Bursa’ya vasıl olmuştum. Yol üzerinde sanırım Afyon, Eskişehir, Bilecek vb. şehirlerden de teğet geçmişliğim olmuştu! O yılın son günü Bursa’da idim. Hedefim, o dönem Uludağ İktisat’ta okuyan bir arkadaşıma misafir olmaktı. Verdiği adresi zar zor bulup kapısına dayandım. Ama evde kimsecikler yoktu. “Sonra gelir/ler belki!” diye düşündüm bir ara. Daha sonra, komşuları olan yaşlı bir teyze, çocukların Görükle’de ki kampüse yerleştiklerini söyledi. Akşamın dar vaktinde, otogarından başka bir yerini tanımadığım Bursa’da yalnız kaldığım zehabına kapılıp alternatifler aramaya koyuldum. “Ne yapsam, ne etsem?” diye…
Hemen bir iki saat mesafede bulunan şehr-i azim İstanbul’a doğru yola revan olmaya karar verdim. O vakit geçici mekânın olarak vasıflandırdığım Bursa otogarında, aldığım bir biletle İstanbul’a gitmek için davrandım. Ne de olsa İstanbul her derde deva idi! Lakin o güne kadar Anadoluluk düşüncesiyle İstanbul beni pek cezp etmemişti kendisine, ama bu kez rotam orasıydı! Ne de olsa geçmişin payitahtıydı, her açıdan…
Üç dört saatlik bir yolculuktan sonra İstanbul’a ulaşmıştım! Yolculuk esnasında Bursa’dan İstanbul’a yılbaşı tatili için dönen kızlı-erkekli çocuklar, yolcuların büyük bölümünü oluşturuyorlardı. Hepsi genç, hareketli, yavaştan eğlenceye sarmışlardı. Bir kısmı da kendi aralarında sağ-sol muhabbeti yapıyorlardı. Anlaşılan, yoz kültüre daha yakalanmışlardı. Onlardan birisiyle sol, İslam, İslamcılık –şimdiki kadarıyla yoğunluklu olmasa bile- tartışmamız da olmuştu! O sürekli, solu alabildiğine savunuyor, muhalifine kendince bindirmeye çalışıyordu. Benim de ondan geride kalır bir yanım yoktu, zira ben de ayıptır söylemesi, ama yetmişli yılların ortalarından, seksenlerin ortalarına kadar sol düşünce içerisinde bulunmuş, sol literatüre sahip olmuş, 12 Eylül’ün hemen öncesinde, yaklaşık on kişilik çoğu orta ve lise öğrencisi olan gençlere sol, sosyalizm dersi vermiş, teorik olarak olsa bile, şehir ve kır gerillalığı farkını anlatmış, onlara o dönem meşhur bir kitap olan “İşçiler Neden ve Nasıl Sömürülür”(Faruk Pekin) ve Lenin’in kaleminden çıkan kitapçıkları hem okumuş, hem onlara talim ettirmiş, yani okutmuştum! İşte böyle… Rabbim günahımı affetsin! Sizde amin deyin bu kardeşiniz için! Sonuçta, hepimizi O affetsin, bizlere yollarımızı bereketli kılsın! Amin…
En azından zahiren bile olsa, o gecenin cazibesine kapılmadan, siyasi mücadelemizi vermiştik, karşılıklı olarak! Yolcuların büyük kısmı –öğrencilerdi demiştik- İstanbul’a varmadan hafiften de olsa vur patlasın havasına girmişlerdi. Bereket ki, bazıları, bize saygıdan olsa gerek, en alt perdeden eğlenmeyi tercih etmişlerdi. Bende, onlara hidayet diledim. Başka ne yapabilirdim ki?
Derken, yolculuğumuz Topkapı otogarında tamamlanmıştı. Herkes bir yerlere dağıldı, evli evine, köylü köyüne misali. İstanbul’a da yabancıydım. Gidebileceğim bir akrabam dahi yoktu, bu memlekette! Gurbette olanlar, İstanbul’dan ziyade, sonradan onlara arız olan kendi laik ve Kemalist sol kimliklerinden dolayı Ankara, Eskişehir ve kısmen de İzmir gibi kentlerde idiler. Burada olanlar ise, sırf ekmek kavgası içinde olanlardı! Onları da, ben ne yazık ki, tanımıyordum! Lakin onlarda bize bir hayli uzaktılar, aile ortamında dinlediklerime göre; Kemalist, solcu, ulusalcı değildiler, ama pek İslami bir tarafları da yoktu sanırım…
Öteden beri yaşıtım olan, İslamlaşma sürecinde tanıştığım bazı öğrenci arkadaşlarımın, ya Cevizlibağ Öğrenci Yurdu’nda, ya da fatih’te evde –bazıları cemaat evi- kaldıklarını biliyordum. İnanınız ki, İstanbul haritası konusunda varit olan cehaletimden ötürü, Fatih’in Topkapı’ya bir burun mesafesinde konuşlandığını bile bilmiyordum, ne garip değil mi? Halbuki koca Sultan Fatih İstanbul’u Topkapı surlarını aşıp fethederken Suriçi’ne avdet etmemişmiydi! Cehalete bak sen!
Gecenin sat on’unda hangar gibi, külüstür ve baraka bir yapısı olan açık bir sabahçı kahvesine girip, bir küçük tabure bulup oturmaya başlamıştım. Zaman ilerleyince, hangar gibi yerin hınca hınç dolduğunu, sigara dumanının tavan yaptığını ve neredeyse, on, on beş dakikada bir, adeta sarı su hükmünde bulunan çaylar, siz istemeseniz de masanıza servis ediliyordu! Demek ki, burada işler böyle idi! Hem o akşam yılbaşı gecesiydi. Belki de, otele, motele, Taksim’e, Maksim’e gidemeyecek olan, sarhoşların, cıbıldakların takılıp eğlenecekleri, dertlenecekleri, belki de ‘bazı’ garibanın zoraki olarak sabahlayacakları mekânlardı, oralar. Günahlarını almış olmayayım…
Birde yanımda oğlu İstanbul’un merkeze bir hayli uzak bir semtinde çalışan, kendisi Anadolu’dan kalkıp benim gibi İstanbul’a gelmiş bulunan Alevi bir amcada vardı! O da garibanlar sınıfından olarak, bu hangar gibi yerde, sarı su içecek ve sabahın olmasını, şafağın sökmesini, güneşin açmasını mecburen bekleyecekti! Mevsim kıştı, ama güneş çıplak gözle görülemese bile, sabah bir umuttu onun için, bizim içim ve hemen herkes için, her zaman olduğu gibi…
Vakit geçmek bilmiyordu. Bir ara, dışarı çıkıp kendimi sarı sudan ve sigara dumanından azade kılmak için. Çıktım, birazcık düşündüm, çevreme göz atarken, bir yerlerden tanıdık bir tabela ilişti. “İşte!” dedim “gidip izin alsam, orada kalabilirim” Ya Alevi amca, görüntü itibarıyla gariban ve yoksul Anadolu köylüsü, kasabalısı duruşuyla. Acıdım, gidip ona kalabilecek bir yer bulduğumu, gidip kalmak için izin almaya çalışacağımı söyledim. Sevindi, ama “ya ben?” “Ben nereye gidebilirim, bu sıkıntı yerden?” dedi gayet haklı ve çaresiz bir edayla…
Biz adamı yolda mı bırakırdık, hem de bu soğuk gecede ve dumanlı ortamda! Eğer oradan kalmak izin alabilirsem, kendisine de izin alabileceğimi söyledim. Sevindi garibim!
Ama tek bir şartım vardı, amcadan. Alevi olduğunu izhar etmeyecekti! Etse idi, ikimizde sıkıntı yaşardık. Ben kendime orada en azından oturacak, sabaha kadar kalacak bir oda, yatak vs. bulabilirdim. Zira bildiğim kadarıyla o yerde arkadaşlarım vardı! Bir yolunu bulurduk evvel Allah! Ama amcaya yazık olurdu. Ki, ona gece boyu anlatmaya çalıştığım İslam’la ilgili sözlerin bir anlamı kalmaz idi! Ben onu Alevilikten koparmayı düşünmüyor, sadece Kur’an’dan yola çıkarak ona İslam’ın çıplak hakikatinden bahsetmeye çalışıyordum, o kadar!
Neyse, gidip izin aldık yetkililerden, o gece nöbete kalan arkadaşlarımı da gördüm bu vesileyle, sarmaş dolaş, oturup sohbet ettik, havadan sudan dem vurduk, İslam’dan, İslami hareketten, mücadeleden. Amca ise kendisine tahsis edilen, birbirine iç içe bitişik duran koltuğu yatak yapıp uymuştu bile…
Bir ara ben de uyuyakalmışım. Saba namazı vakti uyandırdı biz arkadaşlar. Fırından yeni çıkmış somun ekmek ve bir bardak sıcak süt ikram ettiler. İçimizi ısıtmıştı hakikaten! Afiyetle yedik! Kalkıp namaz kıldık. Daha sonra ise, gün açılınca arkadaşlardan izin alıp yola revan olduk. Ben bir burun mesafedeki Fatih’e, amcada boğaz’ın Rumeli kıyısında bulunan semte, oğlunun yanına…
Fatih’e vardım. O gün sanırım Cuma günü idi. Dükkânların çoğu kapalı idi. Bir ara dehşete kapıldım, “Fatih’i kaptırdık mı?” diye. Zira ben çocukken, İstanbul’a yolu düşen babamın arkadaşlarının anlattığı Fatih, burnunun dâhi göstermekten sakınan çarşaflı kadınların, sakallı, namazlı, niyazlı amcaların ‘kutsal’ mekânı idi, de sonra ne oldu acaba? Yılbaşı kutlamaları burada da mı etkili olmuştu da, insanlar akşamdan sızıp kalmışlardı?
Şükür ki, öğlene doğru Fatih canlanmıştı. Her yer, çarşılar, hanlar, dükkânlar ve özellikle de camiler, mescitler. Cuma namazı sonrası, bir dergi bürosunda çalışan bir arkadaşıma ulaştım, onun misafiriydim artık! Akşama kadar dergi bürosunda zaman geçirdim. Şimdiki gibi internet falan yoktu! Cilt cilt dergiler, ansiklopediler, gazeteler vardı. Bir kısmını okumaya çalıştım. Akşam olunca arkadaşın kaldığı öğrenci evinin yolunu tuttuk.
Evde başka arkadaşlarda vardı, İslami düşüncenin her çeşidinde duran öğrenciler, radikal, tasavvufçu, irfancı(Yani Şii olmuş). Bazıları beni arkadaşım vasıtasıyla gıyaben tanıyorlarmış! Derken, sabaha dek süren bir tartışma ortamı oluşmuştu. Burada, fikirler havada uçuşuyordu; otobüste gelirken tartıştığım solcu arkadaş bana bu ortamda bulunan kardeşlerimden daha zorlu gelmişlerdi! Ne de olsa İstanbul’da yaşıyorlardı; ilgi alanlarında İslam devleti, inkılâb gibi güzel, güzel olduğu kadar da bir hayli zor şeyler vardı.
Bazısıyla anlaştık, bazısıyla da anlaşamamıştık haliyle! Zira çoğuyla usulümüz farklıydı, sözde kaynağımız aynı olsa da! Yeri geldi Alevi amcayı ikna etmek bana daha kolay geldi. Neyse, buraya geliş gayem olan çıkardığımız derginin tanıtımı idi ve daha sahaya inmeden, her arkadaşa birer tane dergi satmıştım! Geldiğimin ikinci, üçüncü, dördüncü günü ağırlığımı dergi tanıtımına ayırdım, işim gereği. Bazı yerlere beşer, onar bıraktım, bazı yerlere birer adet protokol olarak. Çoğunun ise parası gelmedi. Ama ben kendimce tebliğimi yapmış idim, yapabildiğim kadarıyla…
İşte, o günden önce ve sonrasında da yılbaşı birçok insan tarafından kutlanmaktadır, hâlâ! Buna rağmen İslam, İslamlaşma, arınma ve temel ilkeler çerçevesinde kendi hayatımızda devam etmektedir; ifsada, şirke, sola, sağa meyletmeden…
Kısacası, ne yılbaşı kutluyoruz, ne noel, ne de noel baba diye bir tağuta ihtiyacımız var evvel Allah!
YAZIYA YORUM KAT