Yıkmayı kutsayan modernite
Karatani, "inşa etmek" fiilinin dildeki yan anlamlarını analiz eder. Çeşitli dünya dillerinde "inşa etmek", düz karşılığı olan bina kurmanın yanı sıra pek çok alanda kullanılır. Bu sorunlu bir kullanımdır. Karatani bizi bu hususta uyarır. Bu sorunlara girmeyeceğim.
Karatani'nin değerlendirmelerini bana hatırlatan olay, Kürşat Oğuz'un önemli Fransız sosyoloğu Alain Touraine ile yaptığı ve Habertürk Gazetesi'nde yayınlanan uzun soluklu bir mülakattı. Touraine mukayeseli değerlendirmeler yaptığı bu mülakatta, Batı veya Avrupa kültürü üzerine ağır bir karamsarlık taşıyan düşünceler dile getiriyor. Bu değerlendirmeleri okuyan birisi, Touraine'in lafı neredeyse "Avrupa bitti!" demeye getirdiğini kolaylıkla çıkarsayabilir. Touraine'in en çok üzerinde durduğu, ekonominin toplumdan ve siyasetten ayrışması ve adeta kanserojen hücreler gibi kendisini aşırılaştırması ve eldeki araçlarla bunun denetiminin sağlanamaması gibi hususlar. Ama en can alıcı gördüğü, aktörlerin hareket hattını çizecekleri "olası bir yapının" kalmamış olduğu. "Yani" diyor Touraine, "her şeyin üzerinde yer alan bir şey vardı... Daha basitleştirerek söylemek gerekirse, her zaman için 'iyi'nin ve 'kötü'nün bir tanımı; toplumsala hükmeden bir ölçüt vardı. Bu ortadan kalktı". Din, milliyet, sınıf savaşları, sömürgecilik meseleleri üzerinden bireylere duruş ve eylem alanı sağlayan bütün ölçütlerin erimesi bu. Böyle bir dünyada parçalanma ya da dağılma esastır. Bu parçalanmalar "tekil" ve "çoğul" üzerinden insanlık durumlarını değerlendirmeyi imkânsız bir hale getiriyor. Touraine durumu tekillik il e çoğulluk arasındaki bir kafa karışıklığı olarak okuyor. Böyle bir dünyada ne evrenselcilik ne de onun panzehiri olarak görülen farklılıklar tutunabilir. Çünkü bunları tartışacağımız bir "yapı" yok. Olan biten "yapıların" parçalanıp yıkılması. "..bugün inşa etmiyor, inşa edilmiş her şeyi parçalayıp yıkıyoruz" diyor Touraine.
Touraine'in çıkarsamalarına olmasa bile, tespitlerine katılmamak mümkün değil. Siyasal ve toplumsal yapıların birer zihin haritası sunması ve eş anlı olarak hem faili hem de fiili anlamlandırması bir sağlamlılığı ve sürekliliği ifade eder. Modernite, eski dünyanın yapılarına yer yer çok şedit tarzlarda saldırdı. Ama bu hesaplaşma, nihayetinde bir "yapılar" savaşıydı. Ya yıktı, ya da dönüştürdü. Ama her iki durumda da modernite, bir inşa faaliyetiydi. Mühendisliğin, modernliğin en dinamik tarafını oluşturduğu bilinir. Bu tesadüfi değildir. Modern toplumlar son tahlilde mühendis toplumlardır. Fransız, Alman, Anglo-Sakson mühendislikler kendi özgül renkleriyle modernliğin inşaat faaliyetlerini yürütmüşlerdir. İster sosyolojik ister siyasal olsun, modernliğin tartışmaları inşa faaliyetinin yöntemleri ya da stratejilerine dairdir. Muhafazakârlıkla mühendisliğin bitişmesi buna örnek verilebilir. Bu, evlilik mühendislik faaliyetin, zaman zaman kendi kendisini abartarak, yıkımsız bir inşaat sürecini hakim kılmaya çalışması anlamına gelir. Tabii ki eski yapılar orijinal olarak savunulmaz. Onların modern yapılara aktarılması ve bu doğrultuda yeniden işlevsellik kazanması savunulur. (Hoş, Haussmann Paris'i yıkıp yeniden yapmakta bir beis görmemiştir). Devrimci aşırılığıyla yıkımcılık ve bozumculuk, en fazla ve her türüyle "modernizm" olarak sanatlarda en uçuk projelerde yaşadı. Yapma sorumluluğunu neredeyse yok sayacak şekilde öteleyen ve yıkıcılığı, özgürleşmenin neredeyse kendisi olarak siyasal ve toplumsal düzeyde aşırılaştıran nihilizm, anarşizm ve benzeri akımlar, yıkım işinin sürekliliğini savundular. Ama bu tezler hep marjinal kaldı. Marx, Bakunin'e itiraz ederken, zaman ruhunun yaygın ve makul bir avantajını kullanarak ağırlık sağlıyordu. Anarşist ruh Marx'a göre zavallı bir ruhtur. Çünkü, "yerine ne koyacağını (yapacağını) bilmeden yıkmak" anlamına gelir. Hasılı; modernlik, şu ya da bu doğrultuda, kapitalist bir politik ekonomi olarak kendi kendisini inşa etti. Dolayısıyla, geleneksel ve modern dünya daima mukayeseli bir analizin konusu olsalar bile; en son tahlilde "inşa etme" faaliyetinin odağında birer çeşitleme olarak "sıfır toplamlı"dırlar. Ya da, yapılar tarihinin, kendi aralarında ihtilaflı olsalar da, ikizleridir, geleneksel ve modern dünya.
Aradaki fark, yapma ya da inşa etme işinin mühendislik bir ödev almanın ve yine mühendisliğe özgü yıpratıcı mesailerle yürütülmesiyle; karşılaşmaların, müdahalesiz sindirmelerin ve nihayet dönüştürmelerin ürünü olması arasındaki farktır. Modern inşa etme ile geleneksel inşa etme arasındaki fark, ilkinin yukarıdan aşağıya ihdas etmesi, ikincisinin ise aşağıdan yukarıya imar etmesidir. Geleneksel dünyada mühendislik zekâ, imarın içinde erir; ya da mühendislik ka'abiliyetler mimarlaşır. Modern dünyada ise mimarlar mühendisleşmeye doğru itilirler. Fark budur.
İnşa faaliyetleri artık arkaik bir anlam taşıyor. Touraine'in dediği gibi, "Artık hiç kimse inşa etmeye inanmıyor." demek, içinde bulunduğumuz tarihi hem geleneksel hem de klasik anlamıyla moderniteden esaslı bir şekilde ayırıyor. Yani, artık yıkımlar ya da bozumlar, yeni yapımlar adına yapılmıyor. Yıkım ya da bozum başlı başına bir varoluş tarzı ve aşama aşama tüketimle birleşen bir haz kaynağı. Bu dünyada yapılan bir şeyler varsa bize yıkımın zevkini ya da hazzını bir kere daha tattırabilmek için yapılıyor. Alametler sayılamayacak kadar çok. En masum olandan başlayalım: Bunu en açık olarak, domino oyunuyla örnekleyerek anlatabileceğimi sanıyorum. Günler, haftalar boyu süren ve yüzlerce kişinin hummalı gayreti ile yürütülen bir hazırlık; en fazla birkaç dakikada bitecek olan bir yıkımı toplu bir ayine dönüştürmek adına. Benzer bir simgesel örnek de havai fişek gösterilerinin yaygınlaşması.
Çok sayıda başka alametler ise, yaygınlaşan çok türlü vandalizmden verilebilir. Vandalizmler en can sıkıcı olanlarından en masum görünenlerine kadar, yıkımı, ya da onun temsillerini hayatımızın merkezine koyuyor. İtalya'ya milyonlarca turist geliyor. Ne kadar masum, hatta iyi niyetli değil mi? Ama İtalya'daki turizmin vandalizme açılan yan dosyalarına bakıldığında, tablo korkunç. Müzelerdeki eserlere, gizlice zarar vermek, canım heykellerin ayak tırnaklarına boya sürmek, tablolara çaktırmadan sprey sıkmak ya da bir mozaik parçasını gizlice sökmek, sütunlara isim kazımak vb. Bunlar zamanında bazı hasta ruhlu aşırıların marifetleri olarak küçümseniyordu. Ama bugün çok yaygın bir durum haline geldi.
Rekabet gibi kapitalist politik ekonominin belkemiğini oluşturan bir dinamik bile bundan nasibini aldı. Rekabet bugün hiçbir zaman olmadığı kadar vandalist. Dolayısıyla rekabete övgüler düzmek, rekabetin nitelik sağlayan, sağlıklı bir iş olduğunu iddia etmek, her zaman olduğundan daha sorunlu. Bir yarışta kazanmak elbette ki diğer yarışmacıların kaybetmesi pahasına olur. Ama kazananların kaybedenlere karşı centilmence davranışları bir dereceye kadar telafi edicidir. Oysa bugün kazanmanın amacı ağırlıklı olarak diğerlerinin kaybedişine tanıklık etmek zevkini tatmin etmeye matuftur. Geçenlerde Haşmet Babaoğlu, yeni kuşakların aralarında rekabette, kazananların düşeni teselli etmelerini bırakalım, bir de tekme atma hevesinde olduklarını yazıyordu. Doğrudur. Ama kazanmanın kendisi de artık kaybedeni aşağılama deneyimin kendisi haline gelmiş durumda.
Bana kalırsa bütün bunlar tüketim kapitalizminin gerekleri doğrultusunda mühendislik tarihinin geçirdiği dönüşümde billurlaşıyor. Mühendislik bir statik-dinamik hesaplar manzumesidir. Mühendislik tasarımda bu birbirine karşı işleyen iki hesap optimal olarak dengeye getirilir. Tasarımlar da buna göre yapılır. Oysa bugün tasarım ya da proje kelimelerini kullanmak için mühendis olmaya gerek yok. Bu kelimeler herkesin ağzında. Zaten projesi olmayan, adamdan sayılmıyor artık. Öyle görünüyor ki, her şey sadece bir şeylerin bir araya getirilmesinden doğan bir dinamik hesaplama konusu. Herkesin "proje" sahibi olduğu bir dünya olsa olsa statik hesapların ihmali ya da yer yer tasfiyesi anlamına gelir. Statik anlamda hesapsız, yapımı yıkımı adına olan bütün yapıntılar (artık yapılar değil) çok kolay ve herkes tarafından tasarlanabilir- ve yıkımı ya da bozumu çok kolay sağlanır.
Entelektüel tarih bile bundan nasibini almış görünüyor. Entelektüeller artık yapmakla, kurmakla ilgilenmiyor. Pek çok teorinin, "bozum", "söküm" gibi sıfatlarla sunulması bunun göstergesi. Yıkıcı ve bozucu bir dünyada entelektüel, üstüne düşeni, kendi güzelleme imkanlarını kullanarak damıttığı ve "eleştirel düşünce" olarak parlattığı bir mevziden yapıyor. Eleştirel düşünceye nasıl itirazım olabilir ki? İtiraz ettiğim eleştirel düşünce adına sadece bir bozumda ya da yıkımda ısrar edilmesi. Entelektüeller bir düşünceyi, "Buradan ne alabilirim? Benim göremediğim ne yatıyor bu fikirde?" diye karşılamıyor. Tam tersine ona "Bu fikri en kısa yoldan nasıl çürütebilirim?" diye bakıyor. Fikir saldırganlaşıyor. Herhalde nihilizm ya da anarşizm hiç bu kadar alelade bir hale gelmemişti. Bir fikrin parlaması ve sönmesi onun statik hesaplarının zayıflığını ya da yokluğunu gösteriyor. Bu da çok fazla "happening" bağımlılığı demek. Bir fikri yönlendiren ve şekillendiren sadece yakıcı olayların dinamiği. Oysa bir fikrin statik hesapları, olayların dinamik akışı karşısındaki bağımlılığında değil, onlardan görece mesafeli oluşunda yatıyor. Bu da bir fikrin yapısına işaret ediyor. Yapısız fikirler geniş bir spekülasyon dinamizmi içinde parlayıp sönüyor. Tıpkı bir havai fişek gösterisinde olduğu gibi "havaileşiyor". Geride ise nahoş kokular ve oraya buraya savrulan küller kalıyor.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT