Yerinden edilenler yerlerine dönerken
Osmanlı dünyası değişim fikrinden pek hoşlanmazdı... Sadece devlet değil, cemaatler de istenmeyen ve beklenmeyen denge oynamalarından hazzetmezlerdi. Bu nedenle bu topraklarda esas değişim aslında hep dipten, bireyden, kişiden gelmiş ve çoğu zaman da engellenmiştir.
Öyle ki Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, başıboş bırakıldığında hangi 'kocaya' kaçacağı belli olmayan değişimin de tepeden yapılması gerektiğine dair güçlü bir kanaat oluşmuştu.
Osmanlı döneminde değişimi durdurma veya yönünü değiştirme çabaları siyasi bir bağlamda hayata geçmekteydi. Dengeden, ideal olan durumdan her türlü uzaklaşmanın zararlı olduğunu düşünen yönetim, bu kaymaları engellemek üzere pragmatik yollar bulmaya çalışır, çok sıkışırsa yasaklar, ama başka çaresi olmayınca da kabullenip ona uyum sağlardı. Cumhuriyet ise epeyce kibirli çıktı, değişimin ne yönde ve nasıl olacağına kendisi karar verip, bunu topluma kabul ettirmeyi yeğledi. Osmanlı'daki siyaset, Cumhuriyet'te yerini ideolojiye bıraktı. Dahası Osmanlı ile kıyaslandığında Cumhuriyet çok daha az bilimsel bir tutum sergiledi. Toplumun iç dinamikleri ve niteliği konusunda neredeyse cahilce davranıldı.
Böylece gerçeklikten kopuk bir 'çağdaşlık' yaratılmış oldu. Toplum henüz 'çağdaş' olmamış bir güruh sayıldığı için, topluma ait bilgi edinme ve anlama çabası da gereksiz sayıldı. Bu durumda sıradan kişiler üzerinde her türlü tasarruf meşru görüldü ve nitekim reformların böylesine rahat ve özgüvenli bir tavır içinde hayata geçmesi de bu sayede mümkün oldu.
Ancak söz konusu devlet tavrı toplumsal dokuyu bozdu, çeşitliliğin birlikteliğinden gelen kadim olgunluğu tüketti, insanların ait oldukları coğrafya üzerinden üretmiş oldukları kültürle olan bağları törpülendi... Anadolu halkı bir bütün olarak 'yerinden edildi'...
Bu terimi son dönemde köy ve mezraları yakılan, tüm hasat ve hayvanlarını kaybeden, jandarma zoruyla yurtlarından kovulan Kürtler için kullanıyoruz. Devletin Hacettepe Üniversitesi'ne yaptırttığı bir araştırmaya göre boşaltılan köy sayısının 3000'den fazla, yerinden edilenlerin ise bir milyon iki yüz bin civarında olduğu anlaşılıyor. Bu insanlara gidecekleri haberi genellikle son anda verildi ve göçler zor kullanılarak yaptırıldı. Olayın içerdiği vahşeti bir kenara koyduğumuzda, asıl çarpıcı olan devletin kendi vatandaşını böylesine horlama cesaretini göstermesidir. Bu davranışın mümkün olabilmesi, göçe zorlanan o insanların 'eksik', bir anlamda 'ikinci sınıf' nitelikte olduklarının kabul edilmesini ima eder. Cumhuriyet'in mantığı zaten buna uygundur... Bir de üzerine karşılıklı şiddet siyaseti geldiğinde, devletin vatandaşı ezmesinin önünde durulması zordur...
Nitekim 1993 sonrasında yerlerinden edilmiş olan Kürtlerin durumunu biraz daha geniş bir bağlama oturttuğumuzda aslında devletin 'Kürt siyasetini' de daha net bir biçimde anlayabiliyoruz. Çünkü 'yerinden edilme' sadece coğrafi bir bölgeden veya evinden uzaklaşma değil, kişiyi besleyen kadim kültürden de uzaklaşmadır. Bu anlamda Kürtçenin kullanımında işlevsel olan yasaklar başlı başına bir 'yerinden edilme' haliydi. Kürtlerin kendilerine biçtikleri ve yüzyıllardır sahiplenip beslendikleri kültürel ortam anlamında 'yer', sürdürülebilir bir zemin olmaktan çıkarıldı. Kürtlerin çoğu yerlerinde kalsalar da, o yer ayaklarının altında giderek kuruyup çoraklaştı.
Bugün bu durum değişiyor... Kürt kimliği etrafındaki meselelerin en keskin ve dürüst gözlemcilerinden biri olan Mesut Yeğen, geçenlerde Agos gazetesine verdiği bir mülakatta mealen şu tespiti yapmaktaydı: Geçmişte Kürtler daha iyi yaşamak, bir anlamda 'vatandaş' olmak için bölge dışına çıkmak ve/veya 'Türkleşmek' zorundaydılar. Oysa bugün bölgede kalarak ve Kürt olmayı sürdürerek de iyi hayat koşulları üretmek, 'vatandaş' olmak mümkün...
Bu tespit 'yerinden edilme' olgusunun sadece jandarma zoruyla değil, sosyo kültürel açıdan genel devlet siyasetinin sonucu olarak yaşandığını ve bugün artık bir 'köye dönüş' durumunda olduğumuzu söylüyor. Böylece vatandaşlığın temel haklar üzerinden yeniden inşa edileceği, kişinin devlet tarafından 'muhatap' alınmak zorunda kalınacağı bir süreci de öngörmüş oluyoruz. Belki de 'cumhuriyetin demokratikleşmesi' denen şey zaten bundan daha fazlası değil... Diğer bir deyişle kişilerin hangi kültürel zeminden ve kimlikten gelirlerse gelsinler bu ülkeyi eşit olarak sahiplendikleri ve devletin de bu temel gerçekliğe riayet ettiği bir düzen. Söz konusu değerlendirme Cumhuriyet'in bu toprakların toplumsal enerjisini ve değişim yeteneğini bir süredir hapsettiğini, ama bu içsel dinamiğin günümüz koşullarında yeniden özgürleşmekte olduğunu ima ediyor.
Kısacası 'Kürt sorunu' denen şey, Kürtlerin yaşadığı ama devlet zihniyetinin her an herkese yaşatabileceği bir basiretsizliğin görüntülerinden biri. Doğal olarak bu tür bir eziyete maruz kalanların hepsi 'köylerine' dönmedikçe, toplumun geneli için de ne huzur ne de özgürlük olacak.
Öte yandan iyimser olmak için gerçekten de neden var... Çünkü 'yerinden edilmiş' olanlar sadece Kürtler değil, bütün bir Anadolu, bütün bir toplum... Ve o toplum şimdi neredeyse elleriyle kazıyarak yeniden kadim kültürünü keşfediyor. Bu toprağı ve daha önemlisi bu toprağın kültürünü yüzyıllar boyunca paylaşıp, 'çağdaş' ideolojiler uğruna bir anda yitiren insanlar, bugün kendilerini o kadim geleneğin üzerinde yeniden yaratmaya çalışıyorlar. Bu değişimin belirtilerini Anadolu'da gezerken daha iyi anlıyorsunuz. Geçmişin çok daha rahatlıkla, samimiyetle ve sıcaklıkla konuşulabildiğini; kentlere bütün tarihsel mirasıyla birlikte sahip çıkılma dürtüsünün yaygınlığını, yeni ve meşru olan bir birlikteliğe talip olmanın getirdiği özgüveni görüyorsunuz.
Bu değişim dinamiğinin karşısındaki direnci göz ardı etmemiz gerekmiyor. O direncin cinayete kadar varan hezeyanlarının yarattığı tedirginlik de doğal. Ancak asıl eğilimin 'yerinden edilmiş' olanların yeniden 'yerlerine' dönmesi olduğu açık. Kaybedilmiş birliktelikler kaybedilmiş bir vicdan demektir. Bugün Anadolu kendi vicdanını yeniden arıyor ve hiçbir ideolojik tahakkümün bunu durdurma gücü gözükmüyor...
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT