Yeniden ıslah ve direniş hamlemizin ilk sesi. El-Urvetü'l Vüska Dergisi
Modernitenin yayılma sürecindeki ilk mecmuamız olan el-Urvetü’l Vüska, 140 yıl önce mevcut zaaflarımızı ve ataletimizi ıslah etmek, Batılı paradigmanın zihnî ve fiilî kuşatmasını aşmak için kullandığımız ilk etkili iletişim ve tebliğ aracımızdı. Mekke’de ve diğer cahili hayatlarda karanlığı yaşayan insanlara hakkı ve ilahi korunmuş aydınlığı göstermek için cihanşümul bir yol olarak Kur’ân vahyi nazil olmuştu. O vahyin sosyalleştirilmesinde de ilk örneğimiz Allah’ın Elçisi ve onunla birlikte olanlar “tertilen” öğrendikleri ilk ayet kümelerini basiret üzere ilkin Mekke ahalisine tebliğ etmek için Mekke örfünün davet, himaye, i’laf, panayır, eman gibi cahili sistem içi araçları vahyi ilkeler çerçevesinde kullanmışlardı.
19. yüzyılın başından itibaren iletişim vasıtası olarak gazete ve mecmua Avrupa modernitesi içinde üretilen Batı paradigmasına ait sistem içi bir araçtı. Önce ümmet olarak dağınıklığımızı, kaynağımızın asıl ölçülerinden uzak kalışımızı aşmak azmindeki Mısırlı ve Hindistanlı “rasihun” ve “muslihun”dan olan “ulu’l el-bab” ile hizmet ehli akîl adamlarımızla kurulan ve adını “Tağut’u inkâr edip Allah'a inanan kimse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa (el-urvetü'l-vüska) sarılmıştır.” (2/256) mealindeki ayetten alan Urvetü’l Vüska adlı dayanışma ve ıslah heyeti veya gönüllü mücadele teşkilatı kurulmuştu.
Urvetü’l Vüska, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh önderliğinde İttihad-ı İslâm emelini ve genel ıslah projesini güçlendirmek, İslâmî kanaat önderleri ile irtibat sağlamak amacıyla modern basılı aracı kullanmak istemişti. Batı cahiliyesinin etkili iletişim aracı olan bu matbu teknolojik ürün, el-Urvetü’l Vüska ismiyle 13 Mart 1884 yılında Paris’te yayımlanmaya başlandı. Bu mecmua ile birlikte ümeradan ulemasına kadar güç ve irtibatları dağılmış olan dünya Müslümanlarının selim akıl sahipleri arasında el-Urvetü’l Vüska ilk defa matbu yayın formunda değerlendirilen bir iletişim aracı oldu ve uyanış rüzgârını güçlendirdi.
Hâli Pürmelalimiz
Zaafları fırsata çeviren Mekkeli atlılarla kuşatılarak Uhud’da yaşanan yenilgi gibi, 19. yüzyılda da tuzağa düşmüş mağlubiyetlere yakalanmıştık. Hem zindeliğimizi ihya etmenin hem küffara karşı direnişin imkânları peşindeydik. Cezayir düşmüş; Mısır zemini peş peşe Fransızlar ve İngilizler tarafından delik deşik edilmiş; Osmanlıların Balkanlar ve Makedonya’daki tabii mecrası heyelana uğramış; Ruslar batıda Yeşilköy’e, doğuda Bitlis, Erzurum, Trabzon’a kadar gelmişlerdi. Şah Veliyullah Dehlevi ile yükselen Hint alt kıtasındaki İslâmî uyanış ve tebliğin kazanımlarını korumak için oğulları ve diğer talebeleri İngiliz sömürüsüne/işgaline karşı ölüm kalım mücadelesi vermeye başlamışlardı. Zaten Kızıldeniz’in açıldığı Hint Okyanusu’nda Bağdat, Endülüs, Sicilya medreselerinde geliştirilen fen bilimleri ve teknik bilgiyi emperyalist amaçlarla edinerek Sanayi Devrimi’ne yürüyen yeni Avrupa güçleri, geliştirdikleri araç ve silah teknolojiyle Müslümanların kalyonlarının önüne Rabbimizin deryasında barikatlar oluşturmuşlar, seyahat özgürlüğünü kısıtlamışlardı.
Müslüman halkların yönetici elitlerinin, subay sınıfının, okumuş gençlerinin önemli bir kısmı tarihî süreçte yitirdiğimiz “nimet”i itikadi, amelî ve teknik bakımdan yeniden ihya etmek yerine, güçlü olabilmek için galiplere benzeme mukallitliği peşine düşmüşlerdi. İçimizdeki Garpzede Genç Osmanlılardan çoğalan seküler uluslaşma hayranı Jön Türkler, Jön Kürtler, Jön Araplar Jön Farslar vd. de bu çıkmaz patika sapaklarında ısırgan otu gibi boy atmışlardı.
Tarihî düşkünlüğümüzle ilgili temel soruyu ilk defa duyulacak şekilde Cezayir’de Frankafon bir eğitim alan ama ıslah öncülerimizden Abdülhamid bin Badis mektebinin uyarılarına kulak veren Malik bin Nebi gündeme taşımıştı: “Mağlup mu olmuştuk, sömürüye müsait hâle mi gelmiştik?” Düşmanımıza küresel gücü ele geçirdiği için âşık olmamalıydık. Mağlubiyeti ve çözülmeyi aşmak, kimliksel melez eğilimlerden kurtulmak için zafiyetler barındıran kültürümüzle değil, onu da ıslah edecek olan fıtratın ve mutlak ilmin kaynağı ile yeniden buluşmamız gerekmekteydi.
Urvetü’l Vüska’nın Ortaya Çıkışı
Uzun erimli bir mücadele sürecinin safhalarını bir mekânda ya da bir memlekette aşama aşama oluşturma ve örnek bir sosyal modele dönüştürme çabaları, yıkım ve mağlubiyetlerin kesinleşmesinden sonra yapılması gereken önemli bir hamleydi. Önce zaaflar da taşısa kendini İslâm’a nispet eden mevcudu korumak gerekliydi. Ancak bozulma ve mağlubiyet sebeplerimizi nass temelli müzakere ve “teakkul” etmeden, tarihî şartlarla kayıtlı eski ilm-i hâlini sürekli tekrar eden taklitçilikten, değişen vakıa ve sabit nass temelli yenileyen içtihatlarla yeni ufuklara açılmamız gerekliydi. Dahası kuşatma altındaki bütün ümmet coğrafyasında, imkânlarımızı ıslah etmek niyetiyle “var kalma” mücadelesi öncelikliydi. Cami ve mescitlerimizin, mezarlık ve vakfiyelerimizin gök kubbesini kuşatan ezan çağrıları da, kitabımız da, kıblemiz de birdi. Ama modernitenin “ilerlemecilik” büyüsü ile bütünleşmiş Batılı yayılmacıların temel hedefi Müslümanların zayıflayan gücünü tamamen tasfiye etmek ve ümmet coğrafyasında bizleri kendi batıl hayat tarzlarıyla asimilasyona uğratıp sömürü pazarını büyütmekti. Kimliğimizin üstüne çökmek isteyen bu heyelan karşısında ilkin aidiyet duyduğumuz isim olarak var kalmak zorundaydık. Bahsettiğimiz el-Urvetü’l Vüska dergisinde en çok vurgulanan konulardan birisi buydu: İttihad-ı İslâm.
Mevcut dağınık parçalarımızı Afganistan’dan, Hint alt kıtası ve İran’a; Anadolu’dan Şam’a, el-Cezire’den Mağrib’e; Balkanlardan Yemen’e; Sudan’dan, Trablusgarp’tan Kazan’a kadar birbiriyle irtibatlandırmak, İttihad-ı İslâm’ı güçlendirmek; müstevlilere karşı zihinlerde ve fiiliyatta bir direniş zinciri oluşturmak zorundaydık. İlk elde anın vacibi buydu. Bunun için de, ilmin kaynağı ile hayatın içindeki sorunlarımızı çözmek için kurulan canlı ve istişari temaslar sürecinde tefakkuh ve tedebbür eden öncülerimiz birikim ve gözlemlerini buluşturmak için Uzak Asya’dan Atlas Okyanusu kıyılarına, çöl ikliminden step iklimine kadar kan ter içinde sürekli koşuşturdular. Bu çabalar sonucunda kelime-i tevhid bilinci ile yükselen uyanış ve birliktelik şiarının dalgalanan en belirgin ilk bayrağı el-Urvetü’l Vüska ortaya çıktı. Temel stratejisi ne reform, ne modernizm, ne kör taklitçilik veya “müdahane” başka bir ifadeyle melez kimliğe sığınan muhafazakârlıktı. Temel stratejisi, bütün resullerin hayatlarıyla örnekliğini gösterdikleri ıslah mücadelesi idi ve “muslihun” ile birlikte olabilmek, birlikte yürüyebilmekti…
Islah, bozulanı, pörsüyeni fıtratla ve vahiyle buluşturup yeniden dipdiri, zinde ve pak hâle getirmek çabasıydı. Kitab-ı Kerim’de kullanılan “ıslah” kavramı, her türlü zulüm, kir, sömürü ve şirkten arınıp kaynakla buluşmak, korunmuş münzel vahyin gösterdiği asli çizgiler üzerinden yeniden ayağa kalkmak demekti. Islah, tarihî sürecimiz içinde İbn Tümerd’in, İbn Teymiye’nin, Veliyullah Dehlevi’nin ıslah çabalarını, modern çağın karanlık cahili ölçülerinden sıyrılarak, kötülük odaklarından hicret ederek tazelemek, “hak” olanı yeniden gündeme taşımak demekti. Bu çabaların tomurcuk veren ilk çiçeklenmesini 19. yüzyılın son onlu yıllarında el-Urvetü’l Vüska ile görebildik. Üstelik ıslah, irtibat ve tebliğ amacıyla kullanılan bu basın aracı modernitenin bir ürünüydü. Ama bu araç, 20 ve 21. yüzyıla uzanan tevhidi uyanış ve mücadele sürecimizin tarihi açısından da bir köprüyü, bir mevsukiyeti ifade ediyordu.
Eski gazeteler veya dergiler arşivlendiği takdirde, onların taşıdığı tarihî gerçekliği hadis alma yollarının en alt derecesi olan “vicade” tarzı senetsiz bilgi bulma yöntemi ile aynılaştırmamamız gerekir. Bu mevkuteleri kimlerin çıkarttığı, hangi matbaada kaç tarihinde basıldığı ve metnin sabitliği hep kayıt altındadır.
Halkla veya halk arasında iletişim aracı olarak ilk defa MÖ Çin’de ve Eski Mısır’da duvar gazetelerinin var olduğuyla ilgili tarihî rivayetler söz konusudur. Bu iletişim aracının fonksiyonunu bir aşama daha ileriye taşıyan Muhammed Aleyhisselam’ın varaklar, papirüs veya deriler üzerine yazılmış “davet mektupları” oluşturmuştur.
Kâğıt, İslâm dünyasına doğudan gelen ticaret kervanlarıyla MS 8. yüzyılda ulaşmıştır. Avrupa’da ise kâğıt bizden üç dört asır sonra üretilmiştir. Metal baskı olarak matbaa ilk olarak Gutenberg tarafından Avrupa’da 1447 yılında kullanılmıştır. 17-18. yüzyıllarda Avrupa ve Amerika’da dergi ve gazete Batılı paradigmanın etkin iletişim aracı olarak değerlendirilmeye başlanmıştır.
Hilmi Ziya Ülken Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi kitabında 1453’teki fetihten sonra İstanbul’da kullanılmaya başlanan matbaada İncil baskıları yapıldığını belirtir. Ancak II. Mahmud döneminin İstanbul’unda 1831 yılında Fransızca neşredilmeye başlanan Moniteur Ottoman adlı günlük gazete üç ay sonra Osmanlı Türkçesiyle Takvim-i Vekayi adı ile yayınına devam eden ilk süreli yayın olur. Bu tarihten daha önce modernleşme hamleleri yapılan Mısır’da Vekâyi-i Mısriyye gazetesi ise 1828’de Osmanlı Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından Türkçe ve Arapça olarak bastırılmaya başlanmıştır. Türkçe ilk dergi Vekayi-i Tıbbiye de 1849 yılında yayımlanmıştır. Ancak ıslah ekolünün 1884 yılında çıkan el-Urvetü’l Vüska ise İslâmî tebliğ ve mücadele hareketlerinin mevsukiyet ifade eden ilk basım-yayım organı olmuştur.
Kısa Ömürlü Derginin Mahiyeti
İlk sayısı 13 Mart 1884’te Paris’te yayımlanma imkânı bulan el-Urvetü'l-Vüska, yayınını aynı yılın 26 Eylül’üne kadar ancak 18 sayı sürdürülebilmiştir. Derginin bütün yazıları naşirleri tarafından planlanıyor, muhtevası istişare ediliyor ve sonra da Muhammed Abduh’un kalemiyle şekil alıyor veya yazının son şekli onun tashihinden geçiyordu; zira yazıların has Arapça olmasına dikkat ediliyordu. Ayrıca yazılarda müellif adı da kullanılmıyordu.
Dergi, İslâm ülkelerine herhangi bir ücret talep edilmeden gönderiliyordu. Her sayının ilk sayfasında “Tüm Doğu ülkelerine ücretsiz gönderilir. Durumu iyi olanlar için posta ücreti yıllık 5 Frank olarak tespit edilmiştir.” ifadeleri yer almaktaydı. Dergiyi ekonomik yönden Urvetü'l-Vüska Teşkilatı finanse ediyordu.
Derginin İslâm dünyasında ve halkı Müslüman İngiliz ve Fransız sömürgelerinde oluşturduğu İslâmî uyanış ve direniş bilinci, birbiriyle rekabet içindeki Avrupalı emperyalist devletleri teyakkuza geçirdi. el-Urvetü’l Vüska’nın Paris’te yayımlanması sorunlarla karşılaşınca ve en yaygın olarak okunduğu Hindistan ve Mısır’da İngiliz güçlerinin yasal düzenlemeleri ile bulundurulması veya taşınması hâlinde ağır sayılacak para ve hapis cezaları getirilince dergi yayınını durdurmak zorunda kaldı.
el-Urvetü’l Vüska, sömürgecilik rekabeti nedeniyle Fransa’nın, İngilizlere karşı Müslümanların etkinliklerine daha müsamahakâr davrandığı ortamdan yararlanarak Paris’te yayımlanmaya başlamıştı. Ama bu sözde özgürlük süreci ancak altı yedi ay sürmüştü. Zaten saltanat rejimlerine dayanan ümmet coğrafyasındaki devletlerin istibdat baskısı altında böyle bir yayın yapmak imkânı da yoktu.
Dergiyi bütünsel olarak tasnif edip okurken de; Afgani ve Abduh’un biyografilerine değinen Muhsin Abdülhamid, Ali Seleş, Murtaza Mutahhari, Hayrettin Karaman gibi müelliflerimizin basın hayatımızda söz konusu olan ilk süreli yayınımızın perspektifi hakkında yazdıklarını değerlendirdiğimizde de idrakimizde beliren temel ıslah programını şu beş madde ile özetlemek mümkündür:
1. Kur’ân ve Sünnet’e dönüş çabaları önceliklidir
2. Değişen üretim tarzları ve modern sorunlar karşısında içtihad keyfiyeti ön plana çıkartılmalıdır.
3. Kimliksel bunalımlara ve atalete sevk eden bidat ve hurafelerden din kültürümüz arındırılmalıdır.
4. Sömürgecilere karşı mücadele edilmeli ve İttihad-ı İslâm dayanışması örgütlenmelidir.
5. Yönetimde istibdat anlayışına tavır alınmalı, “ulu’l-emr” heyetli şûra emri uygulanmalıdır.
Kazan’dan Tatar Şehabettin Mercani’nin ıslah müfredatı, bu programla birçok noktada müşterekti. Dikkat edilecek olursa 1898’de Muhammed Abduh’un yardımıyla M. Reşid Rıza editörlüğünde Kahire’de çıkarılan el-Menar; 1908’de İstanbul’da neşredilen Sırat-ı Mustakim/Sebilurreşad; 1925’te Bin Badis öncülüğünde Cezayir’de intişar eden eş-Şihab; 1927’de Hindistan’da çıkan ve daha sonra da Mevdudi’nin editörlüğünü üstlendiği Tercümanü’l Kur’ân; 1936’da İbn Âşur öncülüğünde Tunus’ta yayımlanan Mecelletu’z-Zeytuniyye adlı süreli yayınlarda bu program ve yayın müfredatı hem uygulamalı şekilde takip edildi hem geliştirildi. Ayrıca Urvetu’l Vüska Teşkilatı’nın takip edip yaygınlaştırılması için çaba harcadığı bu program İhvan-ı Müslimin’ce de, Cemiyetü’l Ulemâi’l-Müslimin’ce de, Cemaat-i İslâmî tarafından da, Nahda Hareketi’nce de, İran’da bir miktar hissedilen usuli arınma hareketi mensubunca da benimsendi. Islah çabaları içinde değerlendirebileceğimiz bu çevrelerin takip ettikleri program büyük ölçüde Afgani-Abduh çizgisinin ve Urvetu’l Vüska tezlerinin devamı niteliğindedir.
el-Urvetu’l Vüska, küreselleşme yolunu tutan modern cahili sistemde tebliğ ve irtibat amacıyla İslâmî hareketler tarafından çıkarılan ilk ve örnek dergidir. Bu yayın, zorunlu içtihadi çözümlemelere öncülük yapmış ve bugünkü Müslümanları da ilgilendirecek bir şekilde kuşatıldığımız cahili sistem içinde onun bir aracının nasıl kullanılabileceğinin ilkelerini göstermiştir.
Türkiye’de el-Urvetü’l Vüska ve yayıncıları hakkında ilk bilgilerimizi 1908 yılında yayımlanmaya başlayan ve başmuharrirliğini Mehmed Âkif’in yaptığı Sırat-ı Mustakim ve sonrasında Sebilürreşad mecmualarından, son dönem ıslah öncülerimizin teliflerindeki satır aralarından ve hatıratlarından öğrenmiştik. Urvetü’l Vüska ıslah teşkilatının sözcüsü konumundaki Cemaleddin Afgani, aynı zamanda bu derginin de Muhammed Abduh’la birlikte fikrî ve siyasi analizlerinde şûra üyesi donanımına ve fonksiyonuna sahip naşiriydi.
Afgani ile ilgili kamuoyuna yansıyan ilk itirazlar sömürgeci İngilizlerden gelmişti. Sonunda Hindistan’dan Mısır’a bir nevi sürülmüştü. Sonra 1870’te Sultan Abdülaziz tarafından Darülfünun’un açılış töreni için İstanbul’a davet edilmişti. İstanbul’da halka açık konferanslarında ıslah anlayışı içinde uyarıcı ve dönüştürücü tezleri karşısında saltanat sistemi sözcüleri ve Şeyhülislam Hasan Fehmi Efendi, Afgani’nin ifadelerini saptırarak hatta iftiraya dönüştürerek basında ve tamimlerinde beyanlar oluşturmuşlardı. Afgani’yi mülhidlikle suçlayan bu saptırılmış beyanlara karşı olayın hakikatini aydınlatan Mehmed Âkif’in Sırat-ı Mustakim’de kaleme aldığı açıklamalarını, rahmetli İsmail Kazdal alıntılayarak Modernleşmek mi İslâmlaşmak mı? kitabında yer vermişti.
1870’li yıllarda oluşturulan karalama ve iftiralara dayanarak Afgani’yi Hareket dergisinde 1972’de eleştirip tezyif etmeye çalışan Cemil Meriç’e gerekli cevabı aynı dergide Hayrettin Karaman vermişti. Ama hâlâ Türkiye’de dar Osmanlıcılık asabiyesini, millî dindarlığı veya mezhepçilik ve batinilik taassubunu aşamayan bazı müelliflerin tezviratları da zaman zaman gündeme gelebilmektedir. Bu bağlamda bir tezvirat konusu da onun Abduh’la birlikte İskoç Mason Locası mensubu olduğu dedikodusudur. Oysa Afgani hakkında biyografisi bulunan Mısırlı tarihçi Muhammed Ammara, Haksöz dergisi için yaptığımız röportajda bu tarz dedikodu ve ithamları cevaplayıp konuyla ilgili fıkhedilecek önemli bilgiler aktarmıştı. Abduh’un Fil Suresi tefsirinde söz konusu asabiye mensupları tabiinden ve Zamahşeri’nin el-Keşşaf’ından alıntıladığı rivayetler üzerinden onu modernist ilan etme düşkünlüğünü sergilemişlerdir. Yine Afgani’nin Yahudilerin yönetimindeki bir gazeteye Renan’ın İslâm’la ilgili ithamlarına Arapça kaleme aldığı cevabi yazısını bu gazete mensupları saptırarak çevirip yayınladığını Hamit İnayet’in gösterdiği gibi Muhammed Hamidullah açıkça tespit edip ortaya koymuştu. Ama bu fasıkların uydurduğu metin üzerinden hâlâ Afgani ve ıslah çizgisi dövülmeye çalışılmaktadır. Kaldı ki Dücane Cündioğlu da uzun bir makale ile bu konudaki tahrifatı Dîvân dergisinde yazdığı bir makalede göstermişti.
Sonunda Cemaleddin Afgani, Mısır’da tanıdığı, Şazeli direnişçi tasavvuf çizgisinden, direnişçi ıslah çizgisine katılımını sağladığı Muhammed Abduh ile birlikte editörlüğünü yaparak çıkarttıkları el-Urvetü’l Vüska mecmuasının çevirisi, 1987 yılında Yöneliş Yayınları’nı kuran arkadaş grubumuzun katkılarıyla Bir Yayıncılık tarafından yayımlandı. Dolayısıyla artık en azından Türkiye’de bu derginin muhtevası, mesajı ve ilkeleri hakkında mevsuk çeviri külliyatı üzerinden; bu yayının 19. yüzyıl sonu ve sonraki Müslümanların dünyasındaki rolü ve sağladığı katkılar açısından konuşmak mümkündür.
Mecmuanın Muhteviyatı ve Güncelliği
el-Urvetü’l Vüska mecmuasının yeni neşri için bir ön yazı yazan Hâdi Hüsrevşahi, bu teşebbüsün yayın süreci, sonraki etkileri ve hakkında yapılan tartışmalara dair doyurucu bir çalışma yapmıştır. İbrahim Aydın’ın Türkçe çevirisinde mecmuada yer alan makaleler ve haberler iki ayrı bölüm şeklinde yayımlanmıştır. Makaleler beş alt başlık altında işaret ettiğimiz ıslah müfredatının parça parça açılımlarıyla ilgiliyken; haberler bölümü ise Sudan’dan Bâb-ı Âli’ye, Mısır’dan Hindistan’a kadar uyanış ve dayanışma konusunda veya düşmanları ve hileleri hakkında Müslümanları birinci elden bilgilendiriyordu. Örneğin şarkiyatçılık ve modenitenin 20. yüzyılın son çeyreğinde ve 21. yüzyılda Müslümanların temel kaynağı Kur’ân-ı Kerim üzerinde kurduğu “tarihselcilik” tuzağının ilk teşebbüslerine değiniyordu. Dergi, İngilizlerin 19. yüzyıl Hindistan’ında Sir Seyyid Ahmed Han önceliğinde Kur’ân yorumunu materyalist anlayışa hapseden tahrifatı nasıl desteklediğini veya tezgâhladığını yayınladığı haberle bir buçuk asır öncesinden haber vermişti. Zaten İslâm dinini, modernizmin değerleriyle sentezlemeye çalışan bu tahrifata karşı Afgani Dehriyyun’a Reddiye adlı kitapla da bir müdafaada bulunmuştu. Bu çalışma bildiğimiz kadarıyla “modernist İslâm” algısına karşı ıslah ekolünün yazdığı ilk reddiye idi.
el-Urvetü’l Vüska’nın yayın müfredatına baktığımızda anlıyoruz ki modernitenin bu etkili basılı iletişim aracını kullanan dergi ekibi, bu aracın taşıdığı moderniteye ait kültürü dengeleyecek bir yol bulmuş ve sonradan bu modern iletişim aracını kullanacak Müslümanlara konuyla ilgili canlı ve uygulamalı bir fıkıh bırakmıştı. Resulullah (s.) ve arkadaşlarının Mekke cahiliyesi içinde i’laf, panayır, eman gibi sistem içi araçları kullanırken dikkat ettikleri ölçüleri yakalayabilmişlerdi. Âdeta Batı oluşumu içinde üretilen modern araçları kullanırken, Mekke cahiliyesindeki sistem içi araçları kullanırken sergilenen İslâmî fıkhın ölçüleri güncellenmiş gibidir. Bu bağlamda modern yayıncılık bağlamında dört ilke öne çıkarılmıştır:
1. Mesajda tutarlılık olmalıdır. Modernite içinde basın aracını kullanırken itikadi ve amelî boyutuyla hak/doğru olan bir din algısına, özgün bir dünya görüşüne ve mücadele stratejisine sahip olunmuş muydu?
2. Kaynak ve perspektif birliği yapmış bir yayın kadrosuna sahip olunmalıdır. Gerek Urvetü’l Vüska Cemiyeti gerek aynı isimle çıkartılan yayının kadrosu için bu ıslah çizgisinin dayandığı asıl kaynak Kur’ân ve zamanı aşkın Kur’ân merkezli mevsuk Sünnet ilkeleri ve bu mütevatir Sünnet uygulamasının açılımı olan sahih ahad hadislerdir. Ayrıca bu kadronun birlikteliğini geliştirilmeye açık bir şekilde otaya konan “ıslah ve direniş” programı veya projesi güçlendirmektedir.
3. Maddi giderlerin ve yayınların dağıtımı birlikte olunan kadro gücü ile gerçekleştirilmelidir. Birlikteliği oluşturacak temel ilkelere, ıslah programına ve stratejik hedeflere sahip çıkmayanlardan maddi yardım alınmaması.
4. Yayın müfredatında İslâmî aidiyet ve şahitlik sorumluluğu örtülmemelidir. Eğer hakka ve hak bildiklerimize bu modern araçla şahitlik yapma imkânı olmuyorsa veya İslâmî ilkelerimizden açıkça taviz verme zorunluluğu ile karşılaşıyorsak, o zaman bu sistem içi aracın hadaretini aşamadığımız için kullanmaktan vazgeçip imkân olarak başka mecralar aranır. Ki ıslah ekolünün öncülerinden Afgani, bu arayışını İran, Kazan ve İstanbul’da farklı araçlarla; Abduh ise Lübnan, Kahire ve Tunus’ta şartlara göre farklı araçlarla devam ettirmeye çalışmışlardır.
Vesayetten kurtulmak ve küffarın işgali sonucu mahkûmu olduğumuz ulusal cahili sistemleri aşmak için nasıl bir yol takip edeceğimiz hayatidir. Tabii ki dünden bugüne İslâmî “asıllar”a dayanmak üzere “değişkenler”le yani şartlara göre oluşturulan çeşitli içtihadi uygulamalarla katedilen yollar tekrar tekrar değerlendirilmeli ve geliştirilmelidir. Urvetü’l Vüska da istikamet üzere bir koşuydu. Konuyla ilgili şiirinin bir bölümünde Ömer Mahir Alper bu vakıayı şu mısralarıyla betimlemiştir:
“…vurur gecenin doruğuna
vurur yumruğunu
kalemin
ve mürekkebin şuuruyla
sarar merhamet dokunuşlarıyla
kardeşlerini sarar
Mısır’da Paris’te İstanbul’da
özgürlük muştusuyla
diriliş onuruyla…”
Gazze’deki direniş mücadelesi de bu koşunun bir parçasıdır. Gazze-Filistin direnişinin önderi şehid İzzeddin Kassam, el-Urvetü’l Vüska mektebinin öğrencisiydi. Gazze’nin İslâm Üniversitesi’nde ve mescitlerindeki başmuallimi şehid Ahmed Yasin de o mektebin etki alanında öğrenimini almıştı. O da, el-Urvetü’l Vüska mesajını ve hedeflerini yaşatabilmek için M. Reşid Rıza’nın Abduh’tan yardım alarak çıkardığı el-Menar mektebinin öğrencisiydi. 21. yüzyılda hangi ıslah ve inşa çabası, tebliğ ve mücadele havzası ve dergisi el-Urvetü’l Vüska geleneğinin mektebinden kopuktur? Kaldı ki “geleneğin ıslah ve ihyasından, geleceğin inşasına” azminin sürekliliğinde bir kopukluk olmasını kabul etmemeliyiz.
Umran Dergisi
YAZIYA YORUM KAT