Yeni Avrupa, eski Avrupa
Esasında bu ifade Bush’un yeni Haçlı Savaşlarına ait bir deyim.
Bunu ortaya atanlardan birisi Rumsfeld idi. Lâkin Rumsfeld’in bu tanımı, siyasidir ve ABD yandaşı olanlarla olmayanları ayırt etmek için suni olarak ihdas edilmiş bir ifade idi. Bundan dolayı yaşama şansı bulamadı. Rumsfeld ile birlikte kayıplara karıştı gitti. Lâkin gerçekten de dinî ve felsefi değerler bağlamında yeni ve eski Avrupa bir gerçek. Tarihi bir gerçek.
Avrupa çağdaş bir ikilem yaşıyor. Maniheizm ve düalizmin çağdaş bir evrimi veya mutasyonu. Geçmişteki ikilemi kutsal olanla olmayan ayrımına dayanıyordu. Şimdi ise kutsal olmayanla olana dayanıyor. Düalite veya dualizm, Avrupa’nın ruhunda var. Bu açıdan Avrupa Hıristiyanlıkla birlikte hep bir siyasi Seneviyye (Ahriman-Ahura Mazda ikilemi) durumu yaşamıştır. Günümüzde de bu ikilem hali devam etmektedir. Lâkin makus hale gelmiş bir biçimde. Kilisenin hakim ve siyasi erkin ve temsil ettiklerinin ise edilgen olduğu dönemde Allah, ahiret özlemi ve ruhbanlık hakim ve üstün değerlerdi. Buna mukabil, şehvet, kadın, ceset ve dünya, kilisenin hor gördüğü değerleri temsil ediyordu.
Dünya ve temsil ettiği değerler o kadar hor görüldü ki; kiliseye bağlı bazı tarikatlar ve sözgelimi Cizvitler de vücuda eziyet etmekten zevk alıyorlardı. Bu bir gelenek haline gelmişti. Kadın ve erkek ruhbanlar manastırlara kapatılıyorlardı. Ruhu yüceltmek için adeta cesetlerini çiğniyorlardı. Bundan dolayı ruhbanların tecrit ve uzlet alanı olan manastırlar çoğalıyordu. Kilise, rahip-layman-lâik ve benzeri ayrım ve tasniflerle her alanda düalizm duvarlarını yükseltiyor ve böylece hayatı bölüyor ve maniheist bir anlayışla fıtratla savaşıyordu.
Maniheizm aslında dinî anlamda şizofrenik bir algı. Kendisini hapsettiğinin farkında bile değildi. Hayatla kendi arasına ördüğü duvarlar zamanla hapishanesi oldu. Kur’an-ı Kerim ruhbaniyete ‘bidat’ demektedir. Bu dinî anlamda bir bidat olabileceği gibi, fıtrata aykırılık manâsında da hayat dışılı olarak anlaşılabilir. Dolayısıyla kilise kendisini manastıra hapsetmiştir.
¥
Fıtratın intikamı acı oldu ve 1789 yılında gelip çattı. Fransız devrimi bir dünyevileşme devrimi idi. Bunun sonucu, kilise dışı güçler, Avrupa’nın dümenini ele geçirmişlerdir. Bu dönemde dinî değerlerin yerini seküler değerler almıştır. Hayatın merkezini seküler değerler ele geçirmiştir. Din, merkezi alanını kaybetmiştir.
Kilisenin Galile gibi ilim adamlarıyla temsil ettiği ikilem gereği çatışması zamanla savunmasız kalmasına ve köşeye sıkışmasına neden olmuştur. Kamuoyu da kendisini terk etmiştir. Dolayısıyla fıtrata aykırı yanlış dini değerlerin yerini bu sefer de kayıtsız ve mutlak dünyevi değerler almıştır. Bunun sonucu dünyevi değerler sadece ve özelde kilisenin alanını değil, aynı zamanda dinî yaşam alanının da sınırlarını daraltmış ve hatta yok etmenin kıyılarına kadar gelmiştir. Dolayısıyla geçmişte kilise egemenliği sırasında kutsal ile kutsal olmayanın ikilemi yaşanırken, günümüzde tablo değişmiş ve kutsal olmayan ile kutsal olanın çatışması veya kutsal olmayanın kutsalı ezmesi tecelli etmiştir.
Eski Avrupa’da denge sağlanamadığı gibi yeni Avrupa’da da denge temin edilememiştir. Garaudy’nin ifadesiyle sekülerizm ve hedonizm ve tüketim çılgınlığı yeni bir kilise haline gelmiştir. Desecration, Secration’ın yerini almıştır. Yani kutsal olmayan, kutsalın yerine geçmiştir. Buna da kısaca ‘Deccalizm’ dönemi diyoruz. Bu Calut’un Davud’un yerine geçmesi olarak da algılanabilir (When Goliath thinks he’s David).
¥
Sekülerizm anlayışı sonunda hazzı prestiş etti ve hazza, lezzete tapınmaya başladı. Bunun sonucunda kadın, eş ve anne olmaktan çıktı, meta haline geldi. Ya da tabir caizse orta malı oldu..
Batıda kural olarak doğan kilise-devlet ayrımı ya da lâiklik, pratik olarak dinî olmayan bir yaşam biçimine dönüşmüştür. Geçmişte mahalle baskısını kilise temsil ederken, şimdi sekülerizm temsil etmektedir. Papa’nın İngiltere’deki konuşmasıyla (Eylül 2010) da sekülerizmin saldırganlığı teyit edilmiştir. Eskiden kilise dışındakileri ezerken, şimdi de sekülerizm dinî olan ne varsa onu ezmektedir. Lâkin bunu yaparken bastığı dalı da kesmektedir. Zira dinî değerler dünyanın son sigortasıdır. Şimdi lâiklik kural olmaktan çıkmış ve hayat tarzı olmuştur; ahlâki değerleri de kritersiz bırakmış ve devlet korumasından çıkarmıştır.
Durum, Jimmy Carter’ın 2005’te yazdığı gibidir: Değerlerimiz tehdit altındadır ve ABD, ahlâkî kriz yaşamaktadır. Bu kriz, sadece ABD’nin değil, bütün dünyanın içine yuvarlandığı ve debelendiği bir krizdir. Tedarik edilmez ise dünyanın sonunu getirecektir.
YENİ AKİT
YAZIYA YORUM KAT