Yeni anayasa ve gelir dağılımı
12 Eylül referandumu, bir uzlaşma zemininin bulunması için önümüze iyi bir fırsat koydu. Ülke olarak önemli bir ivmeyi yakalamış durumdayız. Bundan herkesin yararına olacak şekilde azami faydayı sağlama yoluna gitmek lazım.
Başbakan Erdoğan, referandumdan önce ve sonra da yeni bir anayasaya olan ihtiyacı dile getirdi. Siyasi partiler, meslek teşekkülleri ve sivil kuruluşlar da aynı fikirde. Her zaman bir konu üzerinde uzlaşma sağlanmaz, bu uzlaşmayı anayasa yapımında izlenecek yöntem konusuna da taşımak lazım.
"Yeni bir anayasa"nın nasıl olması gerektiği, yöntemi konusu önümüzdeki dönemin ana gündem maddesi olacak. Bunu enine boyuna tartışmamız gerekir. Toplum olarak geleceğimizi sadece siyasi parti yöneticilerine veya birkaç bilim adamın eline terk etme gafletine düşmemeliyiz.
Referandum dolayısıyla Türkiye'nin bir miktar ayrıştığını, söz konusu ayrışmanın siyasi, sınıfsal ve etnik zeminlerde hissedilebilir toplumsal bloklaşmalara doğru evrilme istidadını gösterdiğini söylemek ne abartıdır ne karamsarlıktır. Gerçekçi olmak durumundayız, her geçen siyasi görüş ayrılığı ve ayrışma toplumsal boyutlar kazanmaya başladı. Ayrışanlar, siyaset içinde çoğulculuğun tabii bir kanadını temsil ettiklerini kabullenecek olsa mesele yok, ancak birbirlerini nefret objesi haline getiriyorlar. Oysa siyasetten ve siyasi parti hesaplarından çok daha önemli olanı, bu ülkede yaşayan insanların sosyal barışı ve bir arada yaşama iradesini göstermeleridir. Sosyal barış lafla, kuru söylemlerle sağlanamayacağına göre, neyi yapmamız gerektiği konusu üzerinde hepimiz kafa yormak durumundayız.
Modern siyaset, "seyis"in atı terbiye etmesi sanatı olmaktan çıkmıştır; kentlere taşınan kitleler sürü olmamak için çırpınıp duruyor, insanca bir hayatın mücadelesini vermeye çalışıyorlar. Herkesin ana talebi adalet, özgürlük ve güvenliktir. Adil yönetim için iyi bir akla ihtiyacımız var, ama bu salt politik zekâyı harekete geçiren ve sonuçta kitleleri kandırmayı hedefleyen "vasat siyasetçi"nin kurnazlığı, partilerin oportünizmi olmamalıdır. Vasat siyasetçinin üstüne çıkacak bir akla ve ahlaki sorumluluğa ihtiyacımız var.
Siyaset, özü itibarıyla iktidar ilişkisinin düzenlenmesidir. İktidar modern dünyada ister açık ister kapalı biçimde olsun, gücü, statüleri ve kaynakları temerküz ettiriyor, adına "devlet" dediğimiz aygıtın kontrolüne veriyor. Weber, bu feci temerküzü aklın organizasyonu olan bürokrasi olarak formüle etmişti. Türkiye'deki siyasi, mezhebi, sınıfsal ve etnik ayrışmaya bu açıdan baktığımızda, kalıcı bir sosyal barış ve işleyen bir siyasi rejim istiyorsak -çünkü sosyal barış ve siyasi istikrarın alternatifi çatışmadır- devlette temerküz edilen kaynakların adil, hakkaniyete uygun dağıtılması lazım. Yeni ayrışmada orta sınıflarda yer alan muhafazakâr ve laik zümrelerin kamu kaynakları üzerindeki anlaşmazlıkları belirleyici rol oynamaktadır.
İktidarlar, bu temel gerçeği görüp iktisadi politikalarını gözden geçirme başarısını gösterdiklerinde hem çatışma potansiyellerini azaltırlar, hem kendilerini kalıcı kılarlar. Çoğu zaman çatışmalara adaletsiz yasaların ve teamüllerin ve elbette bunların gerisinde yatan sistemin bizatihi kendisinin sebep olduğunu görebiliriz. Adalet yoksa barış, istikrar ve huzur da yoktur.
Referandumdaki evet hayır dağılım haritasına baktığımızda yüzde 45'le büyük şehirler ile yüzde 50'yi aşan Trakya, Ege ve Akdeniz sahil şeridinin bir blok oluşturduğunu görüyoruz. Çoğu kimsenin zannettiği gibi, bu blokun teşekkülünde laikliğin veya Batılı-modern yaşama tarzının tehdit altında olduğu korkusu rol oynamıyor. Belediyeler 1994'ten, merkezî yönetim 2002'den beri bu kadroların elindedir, kimsenin yaşama tarzı tehdit altına girmedi. Bu bloklaşmanın gerisinde zümresel dürtüler yatıyor. Bunun değişime ayak uydurma becerisiyle ilgisi olduğu gibi, gelir bölüşümündeki adaletsizlikle de ilgisi var.
Yeni anayasanın kaynak temerküzü ve haksız dağılımı adil hale getirmek üzere yeni düzenlemeler de yapması lazım.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT