Yazarın halkla imtihanı
Söz dönüp dolaşıp cumhuriyetle halk arasına sıkıştı. Zaten oradan çıkmış değildi. Neticede hepimiz, cumhuriyetle halk arasındaki fasılayı kapatamayan tarihin mirasıyla uğraşıyoruz. Yaşanan sorunların zihinlerde bıraktığı tortuyla yüzleşiyoruz.
Buradan nasıl çıkılacak? Benim aklıma samimiyet geliyor. Başka da yol göremiyorum. Ama kolay değil. Çünkü kuruluşunda zorlama olan, devamla sahtelik üretiyor. Şovun bir parçası da bu sahteliğin kendini vicdan gibi yansıtması. Ne acıklı!
Hafta sonu Dolmabahçe'de Başbakan yazarları dinledi. Orada bulunmaya ve bulunmamaya gereğinden fazla anlam yükleyen birileri, kişisel hezeyanlarını fikir tartışması gibi göstermeye çalıştı. Bunları üzerinde durmaya değer görmüyorum. Çünkü asıl üzerinde durulması gereken, toplantıdan yansıyan Türkiye gerçeğidir. Bugüne kadar zannediliyordu ki, demokratikleşme konusunda herkes hemfikir, fakat devletin dinamikleri statükocu olduğundan mesafe alınamıyor. Oysa görüyoruz ki; Türkiye'de yazarlar bile jakoben devlet anlayışının korktuğu kadar korkuyorlar halktan.
Toplantıda söz alan bazı yazarların yukarıdan bulduğum ve eleştirdiğim üslubu, 80 yıllık tarihin tipik bir ürünüydü. Yani, beyaz, medeni Türk'ün, geri kalmış, eğitimsiz, töreden başka değer bilmeyen Kürtlere, muhafazakârlara ayrıca güvenilmez buldukları gayrimüslimlere, makul vatandaşlığı öğretmeyi iş edinmiş olmaları. Klasik 'Halk ne fena be kardeşim' üslubu.
Öyle ki toplantıya katılan bir kadın psikolog yazar; 'Kürtlerde etnik nüfusu artırmak amacıyla her ailede 25 kişi yaşıyor.' diyebildi. Bir başkası iyi niyetli olduğundan şüphe etmediğim bir yaklaşımla 'Kürtler çocuklarına iyi davranmıyorlar...' demekten alamadı kendini. Eğitimden başlayarak, taş atan çocuklara kadar, Kürtler söz konusu olduğunda ortaya çıkan resmin iyileştirilmeye muhtaç bir halk yığını görüntüsü vermesi bilmediğimiz şey değil. Şark Islahat Planı'nın konusu da aynı topluluktu zaten! Gel görelim ki ıslah olamadan bugüne geldiler. Belki de gördükleri aşırı zulümden barbar kalmayı 'kendi olarak kalmanın' çaresi zannettiler! Onların çekildiği bu arkaik reflekste, cumhuriyetin günahlarını hiç hesaba katmadan bütün faturayı halka çıkaran yazarın kalibresini ölçmeyi okura bırakıyorum.
Ama bu öneri de hafıza ile maluliyet engeline takılabilir. Bu kadar ciddi bir hafıza sorununun panzehiri doğru bir tarih okumasıdır ancak.
O halde işin ABC'sinden başlamalı: Bundan sonra neden demokratikleşemediğimizi merak edenler, Cumhuriyet'in mübadele metinlerini, inkılap kanunlarını, Şark Islahat Planı'nı dikkatle incelesinler. Bu yeniden okumaya, Lozan'a giden süreçteki uygulamaların bilgisi eşlik ederse sonuç şahane olur. Belki bu vesileyle, beyaz kadroların her fırsatta bir argüman olarak öne sürdüğü; gerici Şeyh Sait ayaklanması yaşanmasaydı cumhuriyet bu kadar otoriter bir yapıya bürünmezdi iddiasının anakronik bir okuma olduğu fark edilir.
Bu tarihle yüzleşemeyenlerin cumhuriyetin yargıcına güveni şaşırtıcı değil tabii!
Bu vesileyle, halk jürisini tercih etmemin altında başka nedenler arayanlara söyleyeceğim şudur:
Cumhuriyet kadrolarının kurban seçtikleri arasında sadece Ermeniler, Kürtler, Rumlar ya da başka bir ırk yok. Cumhuriyetin otoriterliğini besleyen temel güdü; 'halka güvenmeyeceksin' dayatmasıydı! Başbakan'ın yazarlarla buluşması toplantısında da bu refleks değişmedi. Sağ ya da sol siyasal gelenekten gelmeleri fark etmiyor, iki tarafta da halka güvenmeyen küçük jakobenler olduğunu gördük.
Durum böyleyken Cumhuriyet yargıçları yerine, halk jürisine güvenmemi sorun yapan yazarların, halkı gerçekte nasıl gördüklerini itiraf etmeleri gerekiyor.
Ve son olarak şuna samimiyetle inanıyorum: Bu topraklarda halkın vicdanı her durumda sığınılacak son kaledir. Çünkü halkın sahte olmayan benliğinden bir vicdan doğma ihtimali hep var. Ama sahte rejimin sahte aydınından hakikatli bir vicdan doğması ne yazık ki mümkün değil.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT