Yasama ve yürütme lehine pozitif ayrımcılık
Hukuk bir bilimdir. Her bilim gibi beşeri veya fiziki dünyada sürüp giden bir gerçekliğe tekabül eder. Bazıları hukukun "yaşama biçimlerini düzenleyen bir teknik" olduğunu iddia eder.
Hukuk, tabii ki yaşama biçimlerinin düzenlenmesinde rol oynar, ama kendisi tek başına düzenleyici role kalkışamaz. Yaşama biçimleri değerler dünyasına aittir, hukuk herkese, bağlı olduğu değerlere göre yaşamayı sağlar, fonksiyonu bundan ibarettir, bu yüzden rolü "etkileyici"dir. "Belirleyici" rol oynayacak olursa, siyasal ve toplumsal sistemi otoriter ve totaliter bir hüviyete bürünür.
Bu durum, Türkiye'de hukukun içinde bulunduğu temel bir soruna işaret etmektedir. Serinkanlı bakıldığında, geçen yüzyılın çeyreğinden başlamak üzere hukuka "iki ana, bir tali rol" yüklendiği görülmektedir:
1) Yargı kurumu ve yargıçlar eliyle yürütülmekte olan hukuk, bizatihi kendisinin bireylere ve toplumun geneline bir yaşama biçimi empoze etmede etkili bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu, hukukun araçsallaştırılması anlamına gelir ki, bu kombinezonda hukukun patronu resmi ideoloji olmaktadır. İdare hukukundan medeni hukuka, cezadan borçlara kadar her alanda hukuk, toplumu tarihten gelen ve içinde hayatiyetini, örf ve âdetlerini, toplumsal teamüllerini sürdürdüğü geleneksel galaksisinden çıkarıp, iktidar seçkinlerince tanımı yapılmış ve ana çerçevesi Batılı ülkelerin hukuk sistemlerinden iktibaslar -bazen bozuk tercümeler- yoluyla alınmış bir başka yaşama biçimini yaşamaya zorlamaktadır.
2) Devletin halka karşı gücünü pekiştirmek, merkezdeki çekirdek tarafından kullanılan iktidarı sağlamlaştırmak, siyaseti devletin yapmasını garanti altına almak, halk iradesinin merkezde tecelli etmesine mani olmak. Anayasanın ruhunda bu gaye mündemiç bulunmaktadır. Birçok kurumda, temel yasa ve kuruluşların faaliyetini düzenleyen hukuki düzenlemelerde öncelik devlete aittir. En basitinden 1961 Anayasası ile sisteme giren Anayasa Mahkemesi, Batı ülkelerinde halkı devlete karşı koruma fonksiyonu görürken, bizde tam aksine devleti halka karşı güçlendirmektedir. Bu kategoride de hukuk, sivil topluma karşı resmi toplumun, bürokratik iktidarın egemenliğini güvence altına alan araçsal bir öneme sahip bulunmaktadır.
3) Hukukun tali rolü, bu iki ana rolü zayıflatmadan, halkın gündelik hayatında ortaya çıkan ihtilaflara bakması, hak sahiplerine haklarının verilmesi ve haksızı cezalandırması işlerine bakmaktadır. Burada da devletin hakları ile yurttaşın hakları veya Batılı yaşama tarzı ile geleneksel yaşama tarzı karşı karşıya geldiğinde, temel tercih olarak devletin hakları ve Batılı yaşama tarzının öncelikleri korunur.
Sistem "kuvvetler ayrılığı prensibi" öne sürülerek yürütülür. Bu çerçevede üç kuvvete ayrılmış bulunan yasama, yürütme ve yargının Türkiye şartlarında hukukun üstünlüğü ve demokrasi lehine işlediğini söylemek güçtür. Pazartesi ve çarşamba günkü yazılarımda bunun demokrasi teorisi açısından sebeplerini anlatmaya çalıştım. Yakın tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Dahası: Maalesef hukuk fakültelerinde verilen eğitim, kişi ve sivil özgürlüklerden değil, hukuku ve yargıyı araçsallaştıran empoze edici rolden ve devlet iktidarından yana verilmektedir. Bu yüzden hâlâ AB müktesebatına uyum sağlamada zorluk çekilmektedir.
Sistemi demokratikleştirmek ve bir hukuk devletini tesis etmek için "yargı kuvveti"ni sıralamada "yasama ve yürütme"den sonra üçüncü kademeye indirmek gerekir. Mevcut durumda üç kuvvet arasında "eşitlik" yoktur, yargı "eşitler içinde birinci"dir. Bunun için yargı kuvvetinin belli bir ölçekte zayıflatılmasında zaruret var. Yargı kuvvetinin, işleyen bir demokrasinin önünde engel olmaktan çıkarılması için, yasama ve yürütme lehine "pozitif ayrımcılık" yapılabilir. Belki zaman içinde üç kuvvet arasında yeni bir denge kurulabilir. Ama bu, yargı, yasama ve yürütmeye göre üçüncü kademeye inmeyi kabul edinceye ve hukuk fakültelerimizden özgürlüklerden yana yeni hukukçu nesiller yetişip sisteme kendi renklerini verinceye kadar sürmelidir.
Zaman
YAZIYA YORUM KAT