Yasama varlık nedenini hatırladı nihayet
Önemli haber dün gün içinde karşıma çıkınca hemen TBMM'nin sitesine girdim. Evet doğruydu, oradaydı. Genel Kurul'dan gece geç vakit geçen “Türk Ceza Kanunu'nda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun” karşımızdaydı.
Ben de birçokları gibi son iki gündür “Yargı”ya ilişkin yoğun söylev ve tartışmalardan bunalmış olmalıyım ki, “İşte” dedim kendi kendime, “Yasama varlık nedenini hatırladı nihayet!”
Haksız mıyım? “Hukuk devleti” aşağı “kuvvetler ayrımı” yukarı, “Yargı bağımsızlığı” aşağı “Askeri Yargının Faziletleri” yukarı derken, “Yasama” adı verilen şeyin varlığını az kalsın unutuyorduk …
Karşımızda duran kanunun özellikle öne çıkan iki maddesi şöyleydi:
MADDE 6- 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 3 üncü maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“(2) Barış zamanında, asker olmayan kişilerin Askeri Ceza Kanununda veya diğer kanunlarda yer alan askerî mahkemelerin yargı yetkisine tabi bir suçu tek başına veya asker kişilerle iştirâk halinde işlemesi durumunda asker olmayan kişilerin soruşturmaları Cumhuriyet savcıları, kovuşturmaları adlî yargı mahkemeleri tarafından yapılır.”
MADDE 7- 5271 sayılı Kanunun 250 nci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi aşağıdaki şekilde, maddenin üçüncü fıkrasının son cümlesinde geçen “hâli dahil” ibaresi ise “hâlinde” şeklinde değiştirilmiştir.
Görüyorsunuz; “Madde 6” ile gelen yenilik besbelli. Demek ki bundan böyle, askeri mahkemeler sivilleri yargılayamayacak. (“Nihayet” yani!)
“Madde 7”nin Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 250'nci maddesinin birinci fıkrasında yaptığı “küçük” değişiklik (“hâli dahil” ibaresinin “hâlinde”ye dönüştürülmesi) ise boyundan bayağı büyük bir hamle doğrusu.
“Hâli dahil”in “hâlinde”ye dönüşümü dün bir gazetenin internet sitesinde –diğerlerinin bu işe niçin el atmadıklarını hâlâ anlayabilmiş değilim- şöyle değerlendirilmişti:
“Yani görünüşte birkaç harflik bir değişiklik yapıldı. Ancak bu küçük görünen değişikliğin kapsamı, önergenin gerekçesinde şöyle açıklandı: “Asker kişilerin barış zamanında, 250. madde uyarınca kurulan ağır ceza mahkemelerinin yargı yetkisine giren bir suçu işlemeleri hâlinde, bu mahkemeler tarafından yargılanması amacıyla bu değişiklik önergesi verilmiştir. Buna karşılık, savaş ve sıkıyönetim hâlinde işlenen suçlarda ise askerî mahkemelerin yargı yetkisi korunmaktadır.”
Gazete haksız değil, bu birkaç harflik değişiklik –gerekçede söylendiği gibi- çok önemli bir gelişme.
Ama ben bugün bu meseleye girmeyip, sözünü ettiğimiz ilk değişiklikle, yani bundan böyle sivillerin askeri mahkemede yargılanmayacaklarını hükme bağlanmasıyla yetinerek, böyle bir değişikliğin niçin kaç zamandır zorunlu olduğunu bize çok iyi açıklayan bir yazıdan bir bölüm aktaracağım.
Adnan Ekinci, bir dönem Radikal'de yer alan köşesinde yayımlamıştı bu yazıyı. Bu güzel yazının bizi (düne kadar) bayağı gülümseten bölümü şöyleydi:
“2 001 yılının mayıs ayı sonlarıydı. 'Düşünceye Özgürlük-2000' kitabı davasının ilk duruşması nedeniyle Genelkurmay Başkanlığı'ndaki askeri mahkemedeydik.
Malum kitap, 'düşünce suçu' içerdiği gerekçesiyle daha önce çeşitli mahkemeler tarafından mahkûm edilmiş yazılardan oluşuyordu.
Bu yazılar daha sonra 'Düşünceye Özgürlük 2000' adı altında bir araya getirilmiş, Şanar Yurdatapan, Etyen Mahçupyan, Ali Nesin, Ömer Madra, Atilla Maraşoğlu, Salim Uslu, Lale Mansur, Zuhal Olcay, Cengiz Bektaş, Yavuz Önen, Siyami Erdem, Hüsnü Öndül, Vahdettin Karabay, Erdal Öz, Sadık Taşdoğan da, 'inadına yayıncı' olarak imzalarını koymuştu. (…) Ben Etyen Mahçupyan'ın avukatıydım. (…) Genelkurmay Başkanlığı'ndaki duruşmanın yargıçları doğal olarak askerlerden oluşuyordu. Savcı ise bayan ve yargıçlara göre oldukça genç bir denizci subayıydı. Mübaşir ise, kapının yanında 'hazırol' şeklinde duran bir askerdi. (…)
Duruşma başladığında, avukatlar içinde en kıdemlimiz olan Avukat Bahri Bayram Belen söz alarak, yargıçların asker olmaları nedeniyle aralarında altüst ilişkisi olmasına dikkat çekti. Bu hiyerarşik sıralamanın 'yargıçların hiçbir etki altında kalmadan bağımsız olarak karar vermesi' gibi temel bir ilkeye ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesinde yer alan 'Adil Yargılanma' hakkını ihlal ettiğini, uzun uzun anlattı. (…) Daha sonra avukat Nesrin Ulutürk Keleş söz alarak, duruşmaların aleni olması gerektiğini, oysa dinleyici olarak gelenlerin 'Salonda yer yok!' denilerek içeri alınmadığını, kapıda bekletildiklerini söyledi.
Mahkeme başkanı yanındaki genç savcıya dönerek “Olmaz öyle şey, çağırın gelsinler” dedi. Bunun üzerine savcı hanım yerinden kalkarak, duruşma salonundan çıktı, gitti. (…)
Bu sefer, ben söz istedim. Az önce, askeri yargıçlar arasındaki altüst ilişkisi ile 'adil yargılanma hakkının ihlali' konusu bağlantısının mahkeme tarafından soyut bir kavram olarak algılandığını, oysa duruşmada canlı bir örneğinin yaşanmakta olduğunu, söyledim.
Mahkeme başkanı irkilerek, “Nasıl yani?” dedi.
Yargılama sürecinde, yargıç, savcı ve avukatın eşit düzeyde olduğunu, oysa mahkeme başkanının duruşmayı izlemek isteyen kişilerin çağrılmasını yanındaki savcıdan istemekte bir sakınca görmediğini ve savcılık makamının da bu isteği 'emir' kabul ederek duruşmayı terk ettiğine dikkat çektim.
Başkan “Ne yani, ben mi gidip çağırsaydım?” diye öfkelendi.
Bunun üzerine ben de, mahkemelerde bu işlerin mübaşirler tarafından yapıldığını, bu mahkemenin mübaşirinin bile asker olmamasının bile başlı başına adil yargılanmayı engellediğini söyledim.
Aferin Yasama'ya!..
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT