Yargıya El Atmadan Açılım Mümkün mü?
Kemalist bürokrasinin son yıllardaki en sarsılmaz kalelerinden olduğunu her daim ispat eden, “devletin üstünlüğü” dogmasını “hukukun üstünlüğü” ilkesine tercih eden Yargı yapılanmasının son dönem icraatları, hukuk’tan kimliklere, özgürlükler ve temel haklar konusunda atılacak adımlardan “Açılım” parolasıyla yapılmak istenen yapısal değişikliklere kadar ülke insanının umutlarının yeşermesi önündeki en büyük engellerden birini oluşturmakta.
Gerek hükümet ve seçilmişlere yönelik kararlar, gerekse müslüman ve Kürt unsurların uğradıkları zulüm ve haksızlıkların devlet görevlileri lehine karara bağlanması yönünde attığı adımlar, gerekse Ergenekon davası sürecinde kendi mensuplarını koruma istidadı göstererek oluşturduğu mağduriyetler, kurumun resmi ideolojik yapılanmanın çıkarlarını her şeyin üzerinde tuttuğunu defalarca ispat etmiştir.
Resmi ideolojinin yol açtığı ve tüm ülke sathını saran sorunları bir şekilde gündem yapan, bunların çözümü yolunda adım atmaya çalışan, gasp edilen hakların ve adaletin tesisi için mücadele eden kesimleri sırf bu tutumlarından dolayı daha baştan ‘düşman’ kategorisine koyarak yargılayan(!) bir kurumdan adaletin sadır olmasını beklemek sadece insafsızlık değil, aynı zamanda bir aldanmışlık halinin göstergesidir.
Peki ama kim, kimler, hangi yapısal mücadele süreçleri bu gidişata dur diyebilecek? Mevcut Anayasa, kanunlar, Kemalist dogmaların sorgulanamazlığı ve elbette görece halk desteğinin bir şekilde yansıdığı bu puslu ortama müdahale nereden başlamalı ve nasıl birt seyir izlenmeli?
Tüm sivil kesimlerin üzerine bu yolda önemli sorumluluklar düşmekte ama icraatın başında olanlar elbette bu yapısal durumu değiştirmekte öncelikli sorumluluk sahibiler.
Yargı Reformu Yanında Zihinsel Reform İhtiyacı
Hukukçuların önemli bir kısmının yargının yeniden yapılanması sadedinde bir çözüm olarak ortaya koydukları ve özellikle Batılı örneklerde rastgeldiğimiz türden öneriler bu yapıyı görece geriletme misyonunu yerine getireceğini kabul etmekle birlikte, sorunun temelde bir zihniyet ve ideolojik formasyon meselesi olduğu görülebilmelidir.
Altının ısrarla çizildiği gibi, “Son 4-5 yıl içerisinde yargı mevzuatında değişiklik sadedinde önemli gelişmelere imza atıldığı halde pratikte bunların karşılıklarının görülememesi; yargıçların göz göre göre eski mevzuata dayalı kararlar verebilmesi; hatta yapılan anketlere yansıyan sonuçlarda görüldüğü üzere hukukçuların çoğunluğunun ‘hukuk-devlet’ ayrımında devleti önceleyeceklerini belirtmeleri ve bazı yargıçların ‘devletin varlığı söz konusuysa hukuk filan tanımam’ diyebilmeleri, yargı ve yargıçlar kültürünün nasıl bir oligarşik formasyondan beslendiğinin ve bu durumun, ilerleme raporları kriterlerine yansıyan değişiklikleri yerine getirmenin öneminin altını çizmekle birlikte, sadece bu yönde atılacak adımlarla sağlanamayacağının da görülebilmesi gerekmektedir.
Son yıllarda, özellikle Ergenekon yapılanmasına yönelik operasyonel sürecin Yargı kurumunu iyiden iyiye hırçınlaştırdığı; sanık, zanlı konumunda olanları koruma güdüsüyle bugüne dek kör topal da olsa işleyen ve sadece teamül değil, hukuk normu haline gelmiş olan kararların da ters yüz edilebilmesini beraberinde getirmektedir. Mevcut işleyiş adeta bir kast yapılanmasını andırmaktadır. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyelerini Yargıtay ve Danıştay mensuplarının, bu kurumların üyelerini de karşılıklı olarak HSYK mensuplarının seçmesi, hem ideolojik devamlılığı sağlamakta, hem de yargı kurumu için bağımsızlık ve tarafsızlık ilkelerinin asla konu edilemeyeceği bir durumu ortaya çıkarmaktadır.
Elbette bu türden bir jüritokrasinin kendi mensupları açısından, merkezde kendi dünya görüşleri olduğundan ve bu dünya görüşünün kurumsal yapılanması olarak gördükleri devletin her hal ve şartta korunması gerektiğine inandıklarından, evrensel normlara ontolojik bağlılık gibi bir sorumluluğun altında kendilerini görmemekte, alageldikleri tüm kararlarda kendi kutsallıklarını korudukları müddetçe adaleti sağlayageldikleri zehabına kapılmaktadırlar.
İlkokuldan Hukuk fakültesine, oradan işgal ettikleri bürokratik katmanlara yolculuk esnasında aldıkları zihinsel formasyon da bunu onaylar mahiyette itikad umdeleri içermektedir.
Mesela Ferhet Sarıkaya’nın meslekten men edilmesinin ya da taş dahi atmayan, kalabalığın bile içinde bulunmayan (velevki bulunsun) bir çocuğun öldürülmesine delil karartarak cevaz veren bir anlayışın hangi adalet ve ahlak felsefesinden beslendiğini açıklayabilmesi mümkün müdür? Ve bu formasyonla donananlara, yeryüzünün bütününde işlerlik kazanan ve değer olarak iman edilen umdelerin fıtri olduğunu, bunların bir şekilde üzerinin örtülmesinin ise adaletten sapma, yani fısk ve zulüm içerdiğini ne türden bir çaba ve söylemle benimsetebilirsiniz? Hele ki bu türden tutum takınanlar aynı zamada bu tavırlarının “yargı bağımsızlığı” ile çelişmediğini düşünüyorlarsa. Öyle mi düşünüyorlar yoksa yargı bağımsızlığı umurlarında bile değil mi? Buna iman mı ediyorlar yoksa rol mü yapıyorlar. Bunu bu ülkede hangi kritere göre ve hangi müeyyide usullerine göre tartışabilirsiniz?
O halde bir yandan hukuk ve zihniyetinin evrensel normlar dahilinde algılanmamasının insanlık suçu olduğuna dair bir eğitim sürecini işletip, bunun önünde engel olarak duran resmi ideolojik kalıpların bu evrensel ilkelere vurularak sorgulanabilmesi gerekirken, öte yandan bu yolda eğitilmiş hukukçuların kast sistemini yerlebir etmesine sebebiyet verecek kurumsal yapılanmalarının da önünü açmak gerekmektedir.
Kemalist Yargı Tarafsızlık ve Bağımsızlıktan Ne Anlıyor?
Kemalist yargı kendi başına layusel bir kuvvet olduğunu zannediyor. Yapılanmasını da buna göre oluşturmuş durumda. Kuvvetler Ayrılığı ilkesinin tepesinde olduğu vehmine de sahip. Tabii bu vehim aynı zamanda onu gerçekten uygulamada seçilmişler ve seçmenler aleyhine olan icraatlarda baş aktör konumuna oturtuyor. Kendi dünya görüşüne sahip olanların her türlü hukuksuzluklarının örtülmesine ve karşıt görüş sahiplerinin de bir şekilde cezalandırılmalarının ve haklarının gaspedilmesinin de pratiklerini ortaya koyuyor.
TSK’dan brifing alma noktasında bu Kuvvetler Ayrılığını nasıl hiçe sayıp çiğnediğini görmek istemiyor; çünkü kendisinde de varolan gerçek kuvvetin TSK’nın gücünden ve zihniyetinden kaynaklandığını biliyor, görüyor. Bu uygulamanın bağımsızlık konusuna halel getirmediğini düşünüyor, buna iman ediyor.
Ama kendi zihniyetinde olanların pratiklerine, haksız uygulamalarına halel getirmek isteyenleri hukuku siyasallaştırmak, yargıyı siyasallaştırmakla suçlayabiliyor.
Ona göre bu türden bir siyasallaşma ve aynı zamanda kadrolaşma kendi kast sistemlerini zedeleyen bir süreci beslediği için, kendi ürettiği kutsalların da (laiklik gibi) altını oyan bir işlev görmekte.
Bu da Meclise ait olan kural koyma yetkisini yargının devralmasına sebebiyet vermekte, yargı kendi başına kural koyabilen bir kurum olduğu zehabına kapılmaktadır. Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in “Biz Yasamaya üye göndermek istiyor muyuz?” sözü bu kendi başınalığın ve kastın yıkılacağı endişesinin en somut göstergelerinden biridir.
Sonuç olarak, yargı yapılanması ve mevzuatının AB müktesebatına uyumlu hale getirilmesi Kemalist kastlaşmayı bir ölçüde geriletebilecek, şeklen önemli bir açılım sağlamakla birlikte, ilkokullardan başlamak üzere gerçekleştirilmesi gereken bir zihniyet devriminin uzantısı olarak görülemediği müddetçe, bir yandan AB’ye uyum süreçleri işlettiğinizi düşünecek, öte yandan alttan alta yeni oligarşik zihinleri eğitim kurumlarında yetiştirmeye devam edeceksiniz. Yeni nesilleri Kemalist ufuksuzluk girdabından kurtaramadıkça, nice sıkıntıları aşmaya çalışarak atılacak adımlar mevzi kazanımlardan öteye geçemeyecektir.
YAZIYA YORUM KAT