Yargı reformu olmadan olmaz
Belli ki Hükümet, Anayasa Mahkemesi’nin parti kapatmasını güçleştirici bir düzenleme yapmak zorunda kalacak. Çünkü kendisini güvende hissetmiyor.
Sebep elbette savcının iddianamesinin hukuki değeri falan değil; orada yer verilen sözlerin çoğu suç olmadığı gibi, liberal demokrasinin de gerekleri. Zaten savcı da bunun farkında olduğu için, kapatmayı gerektiren eylemlerin ‘ceza hukukunda mutlaka suç olarak düzenlenmiş ve bu konudaki davaların da mahkumiyetle sonuçlanmış olması gerekmemektedir’ diyor. Türkçesi, ‘hukuka göre suç olmayabilir, ama ben suç görüyorum’ demiş oluyor.
Ama Hükümet yine de korkuyor, çünkü Anayasa Mahkemesi’nin adil karar vermeyebileceğine inanıyor. ‘367 Kararı’ndan sonra her şey mümkün’ diye düşünüyor; CHP’nin duyduğu güven ölçüsünde o güvensizlik duyuyor.
Duyuyor, çünkü Anayasa Mahkemesi üyelerinin yüzde sekseninin CHP’li olduğu yazılıyor, ‘Sezer’in atadığı üyeler şu yönde oy kullanacak’, ‘Özal’ın atadığı üyeler şu yönde’ diye yazılıyor; ‘bu karar 9’e 2 çıkar’ diye yazılıyor. İşin daha kötüsü, gerçekten de öyle çıkıyor!
Böyle bir ortamda, ‘lütfen yargıya müdahale etmeyelim!’ veya ‘herkes yargı kararlarına saygı duymak zorundadır’ sözünü DP geleneği değil, sıklıkla CHP’liler söylüyor. Yargının verdiği kararlar, sıklıkla onların altına imza atacağı yönde oluyor.
Bu neden böyle? Neden yüksek yargı CHP gibi karar veriyor? Yoksa kadrolaşma sadece hükümetlerin işleyebileceği bir suç değil mi? Neden her adli yıl açılış törenlerinde, ‘son zamanlarda laiklikten uzaklaşan siyasi iktidar’ uyarılır? Nasıl olur da bu ülkede çoğunluğun seçip iktidara getirdiği insanları katleden darbecileri açıktan açığa öven ve darbeyi destekleyen bir Danıştay Başsavcısı görevde kalabilir?
Çünkü yüksek yargının demokratik meşruluk sorunu çözülmemiştir.
Çünkü Türkiye’de evrensel anlamıyla bir kuvvetler ayrılığı yoktur. Kuvvetlerin ikisi (yasama ve yürütme) kaynağını halktan alırken, biri (yargı) kendinden alır. Demokratik rejim için bu kuvvetlerden hepsinin oluşumu ve sorumluluğu bakımından halka dayanması gerekir.
Oysa Türkiye’de öyle değil. Tersine, yargı oluşumunu ve yetkisini toplumdan almayan toplumdan bağımsız, kendi kendisini üreten bürokratik bir varlık. Böyle olunca da, bütün kavramlar bambaşka anlamlar kazanıyor. Örneğin, bu haliyle ‘yargı bağımsızlığı’ diyenler, yargının demokratik süreçlerden bağımsız olmasını ifade ediyor. Yargı kararlarını tartışma dışı tutmak için ‘hukukun üstünlüğü’nü öne sürmek de, çoğu kez ‘bürokratın üstünlüğü’ anlamına geliyor.
Sorun derin. Eğer demokrasicilik oynamaya devam edip, halktan korkup, onun üstüne, onun yetkilendirmediği bürokratları koyacaksak, bunun adına demokrasi demeyelim. Eğer diyeceksek, çağdaş demokrasilerde olduğu gibi, yargı erkini de seçimle göreve getirmek zorundayız.
Hükümet kapatma davasını aşsa bile, yüksek yargının yapısı değiştirilip üyelerinin belirlenmesinde seçilmiş organlar yetkili kılınmadıkça, sorun bitmeyecek.
Bazı siyasetçiler yargıdan korkmaya, bazıları da güvenmeye devam edecek.
Bürokrat küstahlığı ve Meclis’in itibarı
TBMM İdare Amiri, Milletvekili Sırrı Sakık’a, Meclis’te kan verirken ‘kan almak mı, kan vermek mi hoşunuza gidiyor?’ diye sataşıyor. Siirt Emniyet Müdürü, görevi esnasında Milletvekili Akın Birdal’a ‘terör örgütüne terör örgütü demeyenlerin, çocuk katillerinin ben elini sıkmam’ diyebiliyor. Sonra da, ‘ben bunları bir vatandaş olarak söylüyorum’ diyor. Eğer İçişleri Bakanlığı, emrindeki memurlara, kamu hizmeti verirken, böyle diledikleri zaman ‘vatandaş’ olabilme hakkı vermemişse gereğini yapmalıdır.
Star gazetesi
YAZIYA YORUM KAT