Yargı: Bağımsız ve Tarafsız Olacak mı?
Almanya’da nasyonal sosyalizmi doğuran temel dinamiklerin başında yargının, diğer ırklar hakkında aldığı kararlar gelir. Bizim yargı geleneğimizde bundan pek farklı değil. Yargı, ‘bağımsız’ ancak ‘taraflı bağımsız’ yapısı ile dayatılan ‘laik rejimin’ hamisi olur maalesef!
Yargının devletçi yapısı, hak ve özgürlükleri kolayca ihlal eder. Özgürlük söylemi slogandan öteye geçmez. Faili meçhullere duyarsız, müslümanların mağduriyetlerine kayıtsız, adaletten uzak yapısı ile yargı, resmi ideolojinin ve statükonun en sağlam kalesidir.
Bu kalenin toplumsal bir tabanı olmamakla beraber kurumsal tabanının temelleri, 1961 darbe anayasası ile atılır. Türkiye’de hukuk ve yargı tartışmaları genelde iki dönem arasına hapsedilir. Bunlar darbelerden neşet etmiş, bireyi hiçe sayan, reelde aynı sonuca hizmet eden, 61 ile 82 anayasalarıdır.
Halbuki, Osmanlı döneminden başlayan bir Batıcılık serüveni vardır ve yargıda bundan nasibini alır. Kökleri Osmanlı’ya dayansa da Cumhuriyet, Batıcılık konusunda dönüm noktasıdır. Bu geçiş için uyum, entegrasyon vs. hiçbir altyapıya da ihtiyaç duyulmaz!
Bu durumu, Cumhuriyet’in hukuki temellerini atan Mahmut Esat Bozkurt’un; “Kabul edilen kanunları özü itibari ile değil, ‘devrimci misyonu’ nedeni ile kabul ediyoruz. Türk adliyecisinin gurur duyacağı yegane şey, devrimleri hayata geçirmektir.” sözleri özetler. Yani ‘adalet’ değil batıcılığa hizmet eden bir yargı geleneği!..
Cumhuriyet’le beraber radikalleşen Batıcılar bunun gerekçesini ise; ‘efendim o dönemde toplum demokrasiyi daha bilmiyordu’ şeklinde izah ederler. Burada ‘neden topluma yabancı kavramlarla yenilenme ihtiyacı duyuldu?’ sorusunu bir kenara yazarak devam edelim..
Bu efendilerin kaygısının, toplum olmadığı çok kısa sürede anlaşılır. Tepeden inmeci bir şekilde inşa edilen yargı oligarşisi, 1932’ye kadar tek parti diktatörlüğünü meşrulaştırma görevini başarıyla yapar. Dünyadaki muadillerini aratmayacak faşist bir iktidarımız olur. Chp’nin 1935 yılındaki tüzüğünde ‘parti-devlet’ bütünleşmesi faşizmin en klasik halidir!
1945 sonrası dünyada, değişen dengelere ayak uydurmak isteyen Türkiye, çok partili siyasete geçme ihtiyacı hisseder. Batıya uyum sağlamada tek partili siyaset engeldir ancak ideolojik diktatörlükte bir beis görülmez! Anayasa ve mevcut düzene dokunmadan geçilen çok partili siyasette, Türkiye tek parti rejiminin ‘izin verdiği ölçü ve çerçevede’ birden fazla siyasi parti sahibi olur.
Ölçü ve çerçevenin dışına çıklıdığı zamanlarda ortaya çıkan ‘zinde güçler’ oligarşisi 1961 darbe anayasası ile kurumsallaşır. ‘Temel hak ve özgürlükler anayasası’ olarak kabul edilen bu metin; tek parti ideolojisini anayasal düzende yeniden inşa eden, orduyu siyasal sisteme entegre eden anayasadır. Ordu, üniversite ve yargı gibi kurumlar parlamentonun denetimi dışında tutulur. Bunun anlamı devlet ile hükümet ikiliğidir. ‘Kuvvetler ayrılığı’ maskesi ile meşrulaştırılan bu ayrılıkla artık hükümetler devlet olamayacaktır! Atanmışların seçilmişler üzerindeki bu statüsünü savunmak adına üretilen bazı kavramlar, slogandan öteye geçmez!
1961’de siyasal hayatımıza giren ‘çoğulculuk’ bunlardan biridir. Bu kavram hiçbir zaman toplumsal çoğulculuk ol(a)mamış, kurumsal çoğulculuk olarak oligarşiye hizmet etmiştir. Bu kurumsal çoğulcuların görevi; kötü parlamentoyu, iyi bürokratlar eliyle kontrol etmek olur.
Diğer bir kavram; ‘kuvvetler ayrılığı’dır. Parlamento denetiminden muaf olan, seçimlerinde toplumsal çoğunluk aranmayan, yargıç ve yargı kurullarından kuvvet dengesini sağlaması beklenir. Sonuç, yargı içinde oluşan bir yargı ideolojisi mutlak egemen olur ve alınan kararlar ‘millet adına’ alındığı söylemi ile bu durum meşrulaştırılır!
Tabi ‘yargı bağımsızlığı’ sloganını da unutmamak gerek! ‘Milletten bağımsız’ vasfı ile bu kavram yıllarca milletin tercihlerine karşı bağımsız tavrını korumayı başarmıştır.
Sürece geri dönersek, sistemin bütününü kuşatmış militarizm, ara ara hukuktan ve adaletten ne anlamamız gerektiğini dikte eder. Darbeler silsilesinin son halkası, çokta uzakta değildir.
Dün vesayet sistemine ‘toplum henüz hazır değil’ gerekçesi ile göz yumanlar, bugün pek farklı argümanlar kullanmıyorlar!
Bu vesayet sistemi ile mücadele adına yaşanan 2017 referandumu bir kez daha gösterdi ki; bu ülkede hala tek parti sevdalıları var ve değişim karşısında kendilerini muhafaza etmenin derdindeler. Bir de bunun üzerine bu değişimi sağlayacak politik kadroların kaypak, yetersiz ve inançsız tavrı cabası!
Parlamentoda bir hükümet kah kendi çoğunluğu, kah muhalefetten aldığı destekle anayasa değişikliği yapma iradesini ortaya koydu. Değişiklikler temel hak ve özgürlükleri içermediği konusunda eleştiriler aldı, almaya devam ediyor. Ancak unutulmaması gereken, anayasaya istediğiniz kadar hak ve özgürlük maddesi koyun, yapısal anlamda değişimler yapmazsanız bunların hiçbiri hayata geçmez!
1961 anayasasının en büyük ezberi ‘özgürlükçü anayasa’ olduğudur. Doğrudur toplam 63 madde özgürlüklerle alakalıdır. Ancak anayasanın yapısı özgürlükleri hayata geçirmek için en büyük engeldir! Anayasal sistemi, toplumsal talepler ekseninde dönüştürecek, harekete geçirecek, dinamikleştirecek kurumlar inşa edilmediği zaman özgürlüğün tanımı hiçbir anlam ifade etmeyecektir..
1982 anayasasının dayandığı felsefe yasakçılık, otoriterizm ve vesayetçiliktir. 12 Eylül müdahalesini yapanlar yeni anayasanın gerekçesini açıklarken, ‘özgürlükçü anlayışı’ da problem kaynağı olarak saymaktan çekinmez! Bu bakış açısı ile hazırlanan anayasa sadece özgürlükleri sınırlamaz, ‘seçilmiş organlara duyulan güvensizlik’ gerekçe gösterilerek, bu organları denetleyecek güçlü bir vesayet sistemi kurumsallaştırılır. Böylece 1961 anayasası ile yargının üstlendiği devletin kuruluş felsefesi ve ideolojisi konusundaki vesayet denetimi kökleşir.
1982 anayasasının otoriter yapısı, 2010 referandumu ile belli ölçülerde yumuşatıldı. Bir yargı düşünün ki sadece ‘darbe ruhu’ ile hareket ediyor. Toplumsal düzeni darbe ruhu ile dizayn ediyor. 2010’da yargı, bu ideolojik yapısından arındırılmaya çalışıldı. Ancak 2010 yılında yapılan değişiklikle tarafsız olması beklenen yargı bunu gerçekleştirememiş olacak ki; şimdi yapılan değişiklikle, metne ‘tarafsız’ ibaresi de ilave edildi.
Artık her yargı yılı açılışında ‘laiklik hususu söz konusu olduğunda tarafsız olma lüksüne sahip değiliz’ nakaratını brifing olarak dinlemeyiz umarım! Bu durum göstermiştir ki; toplumsal adaletten söz edebilmek için yargıda atılması gereken daha çok adım vardır.
Bugün ‘yargının siyasallaştığını’ söyleyenler, yargının hiçbir zaman siyasal alanın dışına çıkmadığını ve yapılan değişikliğin bu hedefe yönelik olduğunu görmesi gerekiyor. Toplumda yargıdan beklenen adalet olgusunu mukim kılmasıdır, siyasetin araçsallığını değil!
Bu vesayetçi geleneğin aşılabilmesi için ise sadece anayasal reformlar yeterli değildir. Bu reformlar yanında en önemli adım zihniyet değişimi olacaktır. Bu gerçekleşmediği vakit ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ ideal tutumu için daha çok çaba harcanması gerekebilir. Ne diyelim; kabul edilen refarandum ile artık ‘yargı bağımsız ve tarafsız’ vasfını adaletten yana bağımlı ve taraflı vasfına kavuşturur ve toplumda güven duygusunu hakim kılar inşaallah.
YAZIYA YORUM KAT