Yakup Kadri'de nasıl bir değişim yaşandı?
Mustafa Armağan, Yakup Kadri'nin Kemalizm'den önce nasıl düşünüp ne şekilde yazdığına örnek vermek için iktibas ettiği yazıda Yakup Kadri millet ve ümmet kavramlarının ayrılmaz bütünlüğüne dikkat çekiyor.
Mustafa Armağan / Yeni Akit
Yakup Kadri, Kemalizme dönmeden önce nasıl yazıyordu?
Cumhuriyet edebiyatının 1960’lara kadar devam eden kuvvetli akıntılarının Osmanlı doğumlu neslin eseri olduğunu unuturuz. 1884 doğumlu Yahya Kemal’den başlayın, 1904 doğumlu Necip Fazıl’a, 1910 doğumlu Kemal Tahir, 1914 doğumlu Orhan Kemal ve 1915’te doğup 1995’te ölen Aziz Nesin’e kadar 20. yüzyıl Türk edebiyatının ağır toplarının ya Osmanlı devrinde veya hemen akabinde dünyaya geldikleri ve Osmanlı okullarında okuyarak yetiştikleri gerçeğiyle yüzleşiriz. Böylece Cumhuriyet edebiyatı diye bellediğimiz dönemin aslında Osmanlı edebiyatının devamı olduğu görülecektir.
1889’da Kahire’de doğmuş olan Yakup Kadri ise daha çok Yaban ve Kiralık Konak adlı romanlarıyla bilinir ve sıkı bir Kemalist olarak tanınır. Ancak özellikle İstiklal Savaşı yıllarındaki yazılarında Kemalist saplantılardan zerre kadar iz bulunmaz, İkdam gazetesindeki yazısında çarşaf ve peçe giyen Müslüman kadınları görünce kendisini işgal altındaki İstanbul’da vatanında hissettiğini yazarak tesettüre güzelleme yapan Yakup Kadri aşağıda okuyacağınız yazısında şahit olduğu Ayasofya Camii’nde okunan Mevlid-i şerifin kendisini nasıl terbiye ettiğini anlatırken adeta sonraki kimliğiyle alay eder gibidir.
İşte Yakup Kadri’nin 8 Nisan 1921 tarihli o yazısının sadeleştirilmiş hali:
“Dün Ayasofya, Beyazıt ve Şehzade camileri emsali görülmemiş bir cemaatle doluydu. Kadın-erkek, çoluk-çocuk binlerce Müslüman, Eskişehir önünde şehit düşen mübarek din ve kan kardeşlerinin ruhuna ithaf edilen mevlîd-i şeriflere iştirak için fevc fevc bu mabedlere koşuyordu. Biz bu heyecanlı izdihamı yalnız Ayasofya’da gördük, fakat diğerlerini görenler de cami içlerinden avlulara taşacak kadar heybetli cemaatlerden bahsediyorlar.
Camilerimizdeki bu tezahürat bize eski zamanları hatırlattı. Dömeke, Golos gibi zaferlerle taçlanan (1898) Yunan seferinde de böyle sık sık camilerimizde toplanılır, şehitlerin ruhuna mevlitler ithaf edilir, ordu için etkili dualar okunur ve ebedî zafer temenni edilirdi. O zamanlar (Türklük, millet, halk) kavramları ve bunları ifade eden dil bizce henüz malûm değildi; bütün heyecanlarımız yalnız dinî mahiyette tecelli ediyordu. Bütün zaferlerimiz birer mukaddes menkıbe hâline girerdi. Büyük kumandanlarımızın başarılarını, kahramanlık ve şehametini ancak ilâhî bir tarzda söylerdik; içimizde hissettiğimiz manevî kuvvete, ruhanî ferahlamaya esrarengiz şeyler karışırdı. Bundan daha evvelki zafer bayramlarımızı görmedim, bilmiyorum, fakat beyaz sakallı Abdülezel Paşa’nın, yağız çehreli Edhem Paşa’nın simalarıyla âdeta sembolik bir mahiyet alan o gazâmız, çocukluğumun en tatlı, en silinmez hatıralarından birisidir.
Mensup olduğum milletin kuvvetine güveni, mensup olduğum dinin hakikatine imanı ilk defa olarak zannederim o zaman öğrendim. Ondan sonra gençliğimiz bir sürü mutsuzluk ve belalar arasında geçti, hiçbir iyi gün görmedik. Kalbe endişe, korku, şüphe ve kötümserlik veren zehirli bir hava içinde kavrulup gittik.
İçimizden birçokları imanını tamamiyle kaybetti; bazıları bir zillet ve rezalet batağı içinde boğulup gitti. Kimimiz boş zevkler ve adi hazlar vadisinde teselli aradık. Hülâsa bütün bedbaht nesil böyle perişan oldu. Dün birdenbire kendimi o heybetli cemaatin içinde bulur bulmaz sandım ki, yeniden hayata doğuyorum. On yaşımdan otuz iki yaşıma kadar geçirdiğim uğursuz bir devrin bütün etkileri ve bütün izlenimleri birdenbire üstümden sıyrılıverdi; sanki bu devir bir kâbustu ve ben birdenbire bu kâbustan uyanıyordum. Gençliğimi dolduran bütün o şüpheler, tereddütler, imanın zayıf düştüğü o buhranlı anlar, birtakım sahte ve ifsat edici bilgilerden hasıl olma şeytanî irfanın sıtmaları hepsi, hepsi bu mabedin havası içinde, bu cemaatin hararetinde eriyordu. Ağır bir hastalıktan sonra nekahet devrine girmiş bir hasta gibi idim. Hayatı, aydınlığı büsbütün başka bir lezzet, başka bir iştiyakla görüyor, hissediyordum. Meğer senelerden beri aradığım kurtuluş ve selâmet yolu, senelerden beri özlediğim hakikat ne kadar yakınımda imiş! Nafile yere nefes nefese birçok mürşitlerin peşinde koştum; birçok kurtarıcıların yolunu bekledim, birçok halâskârlara doğru ellerimi uzattım, yıllarca yardım istedim!
Rabbime bin kere hamdüsena olsun ki, dünden beri hakikat ve selâmetin “bir cami ile bir cemaat” haricinde bulunmadığını biliyorum. Beş on senedir, batıya uymak için açtığımız bütün o konferans salonlarında, halkı zorla topladığımız o miting meydanlarında görülen şeyler, işitilen sözler bir hocanın okuduğu menkıbeden ve bu cemaatin sükûtu önünde bana ne kadar yavan, boş göründüler. Meğer biz içinden çıktığımız hakiki âlemi bırakıp onun yanında (kitaplardan öğrenilmiş sunî bir âlem) icat etmek istemişiz ve bu âlemde hakkı, selâmeti aramışız; hak ve selâmetin samimiyetinden, sadakat ve samimiyetinden oluşan bir hava haricinde yaşayabileceğini sanmışız ve serhadlerimizde askerlerimiz bizi “Allah Allah!” nidaları ile müdafaa ettiği sırada biz Allah’tan başka şeylere inanmışız!
Dün ilk defa olarak tam olarak anladım ki, bizim on seneden beri bu halka yaptırmak istediğimiz şeyler, birer maymunluktan ibaretmiş. Niçin hareket noktamız bu “camiler” olmamış? Niçin bu “cemaati” bir sokak kalabalığı hâline sokmağa çalışmışız? O cemaat ki bütün toplayıcı kuvvetini dininden alıyor, o cemaat ki koca bir ümmetin bir kısmıdır ve evi, barkı, yurdu, vatanı “cami”dir.
Başı askıya gelince koşup sığındığı, kalbi ferahlayınca gidip toplandığı bir “cami”dir. O, ne millî kulüplerde, ne kültürel konferans salonlarında, ne de siyasî miting meydanlarında burada hissettiği emniyeti, huzuru, sıcaklığı bulabilir.
Aydınlarımız halk kavramını “batı âlemine göre” anladıkları için bizim halkı da “batıdaki teşkilât usullerine göre” sevk ve idare etmeği düşünüyorlar ve bu yolda yapılan tecrübelerin sonuçsuzluğunu müşahede edince onu “âtıl, mutaassıp, kabiliyetsiz bir kütle” telâkki eylemek mecburiyetinde kalıyorlar. Hâlbuki halk bu aydınlardan oluşan sınıfın dayattığı “sunî alafranga” çevrenin haricinde “kendine göre hayatını” yaşıyor. Bu hayat ise derunî bir vecd ile daima uyanıktır.
Heyecanlarını, kederlerini, sevinçlerini, öfke ve ferahlamayı göstermek için bizim yardımımıza ihtiyaç duymuyor; bizim bulduğumuz vasıtaların ona lüzumu yoktur. Çünkü onun kendine göre etkenleri olduğu gibi kendine göre vasıtaları da vardır. Nitekim dün, aydınlarımızdan hiçbirinin haberi olmaksızın camilerimizde vuku bulan toplanmalar böyle kendiliğinden olmuş, teşviksiz, teşkilâtsız, sırf halkın -ümmetin diyecektim- ruhî etkenleriyle içgüdüsel bir suretle vuku bulmuştur.
Dün ilk defa olarak cahil ve âtıl bir kütle telâkkî ettiğimiz halk, ülkenin aydınlarına bazı yüce hakikatlerin sırrını öğretti. Bunlardan biri “kalbin akıldan üstün olduğudur”. İkincisi “sadakat ve samimiyet, iman ve itikat haricinde kurtuluş yolu bulunmadığıdır”. Üçüncüsü “millet ile ümmet kavramlarını birbirinden ayırmamak lâzım” geldiğidir.”
Şimdi soruyoruz: Hangi Yakup Kadri?
HABERE YORUM KAT