“Yâeyyühennasu” hitabının oluşturduğu imkânlar ve sorumluluklarımız
Hicr Sûresi’nde, irade imkânı verilen insanın fıtratında var olan “fucr ve takva” eğilimleri arasında varoluş amacımız çerçevesinde sınanacağımızı ve imtihan seyrimizi, ateşten yaratılan İblis ile tüm kâinatın yaratıcısı Rabbimiz arasında gaybi alanda geçen sembolik bir diyalog tarzı ile açıklanıyor:
“İblis dedi ki: Ey Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara kötü davranışları süsleyeceğim ve ihlaslı/muhlis kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!”
“Allah dedi ki: İşte bu bana ulaştıran dosdoğru yoldur. Azgınlardan sana uyanlar dışında, kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin yoktur.” (Hicr, 15/39-42)
Kendini, topraktan yaratılan insandan üstün görerek, nefsi bir kibirlenme ile Allah’ın secde emrine uymayan İblis, dehşet verici bir isyan ile insanın yeryüzündeki halifeliğini kabul etmeyeceğini ve kendi yaratıcısı olan Rabbinden ihlaslı insanlar dışında; nefsinin fücruna, enaniyet ve kibrine uyup kendi gibi şeytanlaşma eğiliminde olan insanları saptırmak için kıyamete kadar izin istemiştir.
Vahyi ölçüleri unutup şeytanın kışkırtması ile vesveselerine uyan ama sonra bu kötüye meyletme eğiliminden tövbe eden ilk insan, ilk Nebi ve ilk Resul Adem (a) ve eşi idi. Onların pişmanlığından sonra yine Ademin sorumluluk bilinciyle davranan (5/27) oğlunu kıskanan diğer oğlu, nefsini ilahlaştıran ve böbürlenen bir kibirle kardeşini öldürmüş ve İblis’in safına geçmişti.
Rabbimiz Ademoğullarının yaratılışında bellerinden zürriyetlerini almış ve onların kendileri hakkında şahitliklerini isteyerek “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf, 7/172) demişti. İşte kendi aklını, gücünü ve tercihlerini büyük bir kibirle biricik gören ve büyük bir ululanma ile haşa Allah’la yarışmaya kalkışan bir masal kahramanı gibi tebâsını imtihan etmeye kalkan “Firavun”da topladığı adamlarına “Ben sizin yüce Rabbinizim” (Naziyat, 79/24) deme azgınlığını göstermiş ve zulmünü kurumlaştırmaya kalkışmıştı.
İsrailoğullarının fesat çıkartması / bozgunculuk yapması hakkında en önemli ayet İsra sûresindedir: “İsrailoğulları için Kitap’ta bildirdik (Tevrat’ta veya Ana Kitap/Levh-i Mahfuz’da): Siz kesinlikle iki kez (merrateyn) yeryüzünde fesat çıkaracaksınız ve kibirlenip böbürleneceksiniz.” (17/4) “Marreteyn” ifadesi iki kez anlamında kullanılmakla birlikte Arapça dil bilginlerinin bu kelimeyi bir ve birden fazlası olarak değerlendirmektedirler (Bkz: İbn Âşur, et-Tahrîrve’t-Tenvîr, İsrasûresi, 4-8).
Allah, Musa (a)’a verdiği “Kitabı, İsrailoğullarına mirasçı kılmıştı” (Mümin, 40/53). Allah-u Teala Kasas sûresinde belirtildiği üzere “yeryüzünde ezilen o insanlara nimet verip onları önderler kılmak ve oranın varisleri yapmak” istiyordu (28/5).
Ehl-i Kitab, Musa (a)’a Sina dağında tabletler halinde indirilen vahye “10 Emir” der. Kur’ân-ı Kerîm’de “on emir” ifadesi yer almamaktadır. Fakat “İsrâiloğulları ile yapılan ahidlere ve onların yükümlülüklerine” dair bilgiler bulunan “Levhalar”ın İsrâiloğulları’nı Firavun’un zulmünden kurtardıktan sonra davet edildiği yerde (Tur Dağı’nda) “kırk gece” (Bakara, 2/51) kaldıktan sonra Mûsâ (a)’a verildiği belirtilir. Mûsâ dönüşünde tevhidi bağlılıktan sapan “ahbar ve ruhban”lar gibi ideologluğa soyunan “Samiri”nin arkasına takılan kavminin buzağıya taptığını görünce öfkesinden Levhaları yere atmış ve daha sonra öfkesi geçince Levhaları tekrar almıştır. A’raf sûresinde “Levhalar”da “insanlara öğüt olmak üzere her şeyin tafsilâtıyla anlatıldığı, Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet olduğu” belirtilmekte (7/142-145, 150, 154), muhtevasıyla ilgili başka bilgi verilmemektedir. Ancak Bakara sûresinde “İsrâiloğulları’ndan yalnızca Allah’a kulluk etmeleri; anaya babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik etmeleri; birbirlerinin kanını dökmemeleri, birbirlerini yurtlarından çıkarmamaları hususunda söz alındığı” belirtilmekte (2/83-84), Nisa sûresinde de “Cumartesi günü sınırı aşmamaları” istendiği bildirilmektedir (4/154).
Ama diğer ayetlerde de belirtildiği gibi İsrailoğulları “Kitaba varis kılındıkları” halde ya vahyi terk edilmiş halde bıraktılar ya da kelimelerini saptırarak zulmetmeye başladılar. Bu tür azgınlıkları ve vahyin kelimeleri üzerinde çıkarlarına göre oynamaları Rabbimizin işaret ettiği gibi “yeryüzünde fesad çıkartmaları” haliydi. Ve bu fesadın akabinden dünyada da ahirette de cezalandırılacakları belirtilmekteydi (İsra, 17/5).
İsa (a)’ı ve havarilerini takip eden Nasraniler de Musa Aleyhiselam’ın şeriatına bağlıydılar. Ama daha sonradan büyük çoğunluğu Samiri’nin sapması gibi İsa’yı ilah ilan edinip Hıristiyanlaştılar ve nefislerine uydular, kibirlendiler. “On Emir”de kötülüğü teşvik eden, başkasına zulmetmeyi veya zarar vermeyi emreden hiçbir hüküm olmamasına rağmen kişisel çıkar ve maddi kaynaklar üzerinde hâkim olmak bencilliğine düşen “ahbar ve ruhban takımının çoğu gibi” (Tevbe, 9/34) Kilise adamları da büyük bir kibirle kötülüğün teşvikçisi ve destekçisi oldular. Zaten Roma İmparatorluğunun merkezinde kurulan Vatikan’daki Katolik Hristiyanların baş din adamı Papa, Tanrı ile doğrudan bilgi iletişimi içinde olduğu iddiasıyla İncil’in tek yorumcusu olarak kabul ediliyordu. Ortadoksların ve Protestanların din adamları hakkındaki yüceltmeleri de bundan farklı değildi.
Vatikan Hristiyanlardan ve Papa’ya boyun eğen Romalılardan topladığı Endüljans / günahlardan ücretle bağışlanma belgesi ile –bir nevi cennet bileti ile-- büyük sermaye elde etmişti. Papa 2. Urban’ın 1096 yılında büyük kibri ve üstünlük hırsı içinde Müslüman ve Doğu topraklarına, onların maddi kaynaklarına el koyma fetvasıyla yağmacı Haçlı Seferleri başladı. Seferlere katılanların da günahlarının bağışlanacağı yani Endüljans sahibi olacakları ilan edildi. Böylece Papalığın çıkarları ve kibri ile 1096 yılında başlayan Haçlı Seferlerinin müslümanların yaşadığı coğrafyalardaki yağma ve katliamları 200 sene sürdü. Bu süreçte Kudüs 100 yıl bu işgalcilerin hâkimiyetinde kaldı. Bu kibir ve ötekilerin insani haklarını reddeden Roma üstünlük anlayışından Avrupa şekline ve kimliğine dönüşecek olan coğrafya kendini üstün gören, ben merkezci, uygarlığı dünyevi güç olarak algılayan ve beyaz ırkla bütünleşen hâkimiyet kibri Modernitenin/Batılı paradigmanın ya da seküler Batı medeniyeti dininin temelini oluşturdu.
Endüljans olarak toplanan paraları korsanların ve yeni burjuva sınıfının açtığı bankalarda faize yatırma geleneğini devam ettiren Papa 3. Paul, Haçlı Seferlerinden 200-250 yıl sonra başlayan Rönesans ve Reform hareketlerine imkân sağlayan ilk modernistlerdendi. Papa 3. Paul Amerikan yerlileri Kızılderililer hakkında 1537’de “Kullanılması gereken akılsız hayvanlar” fetvasını yayınlamıştı. Daha sonraları Siyah derililerin katliamı ve köleleştirilmesinde de benzer fetvalar yayınlandı.
Peki Papa-Vatikan fetvaları olmasaydı, emperyalist zulüm başlamayacak mıydı? “Her iki halde de başlayacaktı” diyor “Kibirli Kimlikler” kitabında Bayram Karaçor:“Çünkü sömürülecek ülkelerin sömürüye elverişli hale geldiğini kaşifler, gezginler ve düşünürleri görmüşlerdi. Kilisenin fazladan yaptığı; Hıristiyan olarak kendisini dindar görenleri, ‘kafir’lere karşı harekete geçirmekti. E tabii ki işin ucunda zengin olmak da vardı. Dindarlık da zengin olmanın aşikâr kılıfı olmuştu.”
Batılı sosyolog ve feylesofların söyledikleri, Vatikan ve Papalıktan farklı mıydı?
1704’te ölen klasik liberalizm ve demokrasi teorisinin öncüsü İngiliz filozof John Lock, özgürlükten ve eşitlikten dem vuruyordu ama köle ticareti yapan “Royal African Campany”nin ortağı idi.
John Lock’tan 170 yıl sonra 1873’te ölen mantıkçı, psikoloji filozofu ve politik ekonomist İngiliz John Stuart Mill de özgürlükten çokça bahseden iki yüzlü düşünürlerden birisiydi. Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetiminde bulunmuş ve demagojik olarak afyon ticaretinin Çin halkının menfaatine olduğunu savunmuştu.
Stuart Mill’den 120 yıl sonra 1994’te ölen Yahudi kökenli İngiliz filozof, akademisyen, sosyal yorumcu Karl Popper ise “Batı’nın Doğu’ya karşı utanılacak hiçbir şeyi yoktur” ifadesiyle Doğu’nun medenileştirilmesine Batı’nın yardımda bulunduğu tezviratına sığınıyordu.
Bu Batılı filozof, sosyolog veya akademisyenlerin Romalı Papa 2. Urban ile veya Roma artığı Papa 3. Paul ile ne farkları vardı? Kendi kibir, çıkar ve demagojileri içinde böbürlenmeleri ve kendileri dışındakileri medenileştirilmeye, olmuyorsa sömürgeleştirmeye müsait olarak görmelerinin İblis’in kibir ve ululanmasından ne farkı vardı? Onların medeniyet veya uygarlık dedikleri de insanî değerleri ve onuru yükseltmeleri değil, sadece kendi değerlerini dayatarak Moderniteyi yaygınlaştırmak istemeleriydi. Oysa vahyin tarzı ve uslübu “dayatmak” değil, serbest iradesiyle karar verecek donanımda yaratılan insana “öğüt vermek”tir. İslam hidayete zorlamaz; sadece insanlar hakkı ve doğru yolu bulsun diye vicdanlarını ve akıllarını harekete geçirmeye çalışır.
Batı dünya görüşünün, Batı paradigmasının veya uygarlığının yani Modernitenin Adem’in katil oğlundan, Musa’nın şeriatına ve İsa aleyhisselam’ın tevhidi çağrısına karşı İblis gibi kibirlenip, ululanıp böbürlenerek tavır alan ve çoğu ahbar ve ruhbanlar veya kohenler, mesiler ve hahamlar gibi çıkarları uğruna ilahi dini de saptırıp kullanan tuğyanın, daha sonra liberaliyle, sosyalistiyle, muhtelif ulusalcıları veya siyonistleriyle hepsinin kümelendiği menzil ben merkezci, akılcı, seküler şirk ideolojisi ya da seküler bir din haline gelen Batı Modernitesidir. Bu nedenle de Batı Modernitesi içinde muharref Yahudi dini değerlerini Kabalacı mistisizmden seküler ulusçuluk doğrultusunda değiştirmeye çalışan 1895’te ilk kongrelerini yapan Siyonist modernist yahudiler de aynı Batılı paradigmanın ürünüdür.
Siyonist İsrail, Müslüman coğrafyanın ortasında sadece kapitalizmin stratejik ön karakolu olduğu için Batı tarafından desteklenmiyor. Siyonist İsrail, Yahudiliği Modernitenin değerleriyle bütünleştiren Siyonizm akımı Batılı paradigmanın bir parçası olduğu için ve İsrail bu projenin bir uzantısı olduğu nedeniyle de Batılı paradigmanın aktörleri tarafından tüm zulüm, katliam ve soykırım teşebbüslerine rağmen aynı Haçlı, aynı Kızılderili, aynı Siyah derili katliamlarının desteklendiği gibi destekleniyor. Bu bağlamda özgürlük ve demokrasi teorileri yapıp Hint, Çin, Afrika katliamlarını gerçekleştiren Sanayii Devrimi politikaları ne ise; Batı dışı toplumlar ve kültürler için demokrasi, insan hakları ve hukuk söylemleri de helvadan putlardır. Demokrasi, insan hakları ve hukuk söylemlerinin Batı’da oluşturduğu sosyalleşme, fikir ve inanç özgürlüğü bağlamındaki normalleşme formlarının, Batı dışı toplumlardaki vesayet ve diktatörlük yapılarına karşı --daha fıtri ve İslami olan çözümler modelleşinceye kadar-- kullanılması geçiş dönemleri için daha az kötü olanı ifade eder. Ama Batı emperyalizmi bu daha az kötü olanın sınırlı da olsa alan açmasına bile müsaade etmemekte, Mekke Dönemi panayırları gibi hukuki ve serbest diyalog zeminlerinin açılmasına bile müsaade edilmemekte; hukuk, insan hakları, demokratik seçimler söylem ve uygulamalarıyla elde edilen geçici kazanımlar da ya iç darbelerle ya dış müdahalelerle berhava edilmeye çalışılmaktadır. Filistin’de yaşananlar bu konunun en önemli örneklerindendir.
Filistinli müslümanlar 2006’daki Filistin Seçimlerini kazandılar ama işbirlikçi Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın iç iktidarı tarafından HAMAS’ın bakanları tutuklanıp hapsedildiler. HAMAS güç oluşturup, işgal altındaki topraklarını özgürleştirmek istediğinde başta İsrail olmak üzere Batılı tüm kapitalist iktidarlar el birlik Gazze’de katliam yapmaya başladılar. Onlar için hukuk da, demokrasi de, insan hakları da bahsettiğimiz John Lock, John Stuart Mill, Karl Popper gibi Batılı öncü düşünürlerin ifadelerine benzer şekilde emperyalizmin farklı bir çeşidini ifade ediyordu.
Zaten ABD’de yaygınlaşan Evanjelik Hıristiyan anlayışı da, aynı dünkü Avrupa’nın Judeo-Grek kültürü gibi; bugün de Yahudilik veya Hıristiyanlık dininin Mesih bekleyen pagan efsaneleri ile yayılmacı materyalist Modernite’nin hedeflerini iç içe geçiren yeni bir narkoz kültürü olarak karşımıza çıkıyor.
Gazze direnişi ve insanlık arayışı
Gerek Filistin-Gazze direnişindeki fıtri ve İslami mücadele ve tebliğ bilinci ve bu mücadele ile dünya Müslümanlarının maddi dayanışma kararlılığı ve güçleri oranında kamuoyuna dönük eylemsel etkinlikler; gerek Amerika ve Avrupa kıtalarının üniversite kampüslerinden yükselen ve kitleleşen “Filistin’e özgürlük” talebiyle birlikte Batılı paradigmayı ve küresel kapitalist stratejileri sorgulayan; adalet, fıtrat ve hakikat arayışını gündemleştiren insan onurunu yükseltmeye dönük çabalar bilinçli Müslümanlara yenilenmesi gereken ödevler yüklüyor.
Kur’an’da “Ey” ifadesiyle yer alan hitaplar, Allah ile insan arasındaki önemli bir iletişim şeklidir. Allah insanlarla “Ey Resul”, “Ey insanlar”, “Ey kâfirler!” ve “Ey Kitap Ehli!” gibi hitaplarla iletişim kurmaktadır. Bu hitaplar muhataba verilen mesajı büyük oranda belirleyici mahiyettedir ve muhatabın kimliğini ortaya çıkarıcıdır. “Ey insanlar /Yâeyyühennasu” ve “Ey iman edenler / Ya eyyuhellezineamenu” hitapları da bu hitaplardan sadece ikisidir. “Ey insanlar” hitabıyla Allah veya Allah ve Resulü hem inananlara hem de inanmayanlara seslenirken, muhataplarının fıtratını, fıtratındaki kavrama ve adalet yetisini açığa çıkartmak, onları hakka ve adalete yöneltmek ister. Kur’an “Ey insanlar /Yâeyyühennasu” hitabından sonra insanların şereflenmesi arzu edilmektedir. Ki bunun için de insan vahye ve vahyin adaletine iman etmesi gerekir. “Ey iman edenler / Ya eyyuhellezineamenu” hitabından sonra ise mesaj sadece müminleredir.
Kafirlere yönelik vahyin hitabını yürüttüğü mücadele ile işgalci Siyonistlere ve destekçisi küresel kapitalistlere el-Kassam direnişçileri zaten söylüyor. Bizler de yazı, söz ve eylemlerimizde bu hitabı teorik olarak kolayca kullanabiliyoruz. Ancak Gazze ve Filistin direnişi ile “Filistin’e Özgürlük” şiarı ile dünya gündemini oluşturmaya devam eden, yürekleri Müslümanların mücadelesinden yana olan insanlara Kur’an adına, Resulullah’ın Sünnet’i adına ne şekilde ve nasıl bir program ve proje ile hitap edeceğiz, onlarla ilişki kuracağız? Filistin özgürlüğü mücadelesi için aynı hatta saf tutan farklı kimlikler içindeki insanlar arasında en büyük sorumluluğumuz ve imkânımız, onur ve adalet arayışındaki bu insanlara sahih İslam inancını ve salih amelleri nasıl anlatıp örneklendireceğimiz hususunda odaklanıyor. Bu görev, Filistin direnişine en azından vicdani olarak ilgi duyanlar için de, müstezafların dertleriyle dertlenmek isteyenler için de, hak ve adalet doğrultusunda olanlar için de, tebliğ etmek zorunda olduğumuz yakınlarımız için de geçerlidir.
Filistin ve Gazze İslami Direnişi ile dayanışma içinde eylem yapan da, maddi yardımlaşma ve dayanışma içinde olan da tabii ki kulluk görevimizin ibâdî bir veçhesini yansıtıyor. Ancak Gazze direnişi dolayısıyla dayanışma safımızın farklı kimliklerle Amerika'daki, Avrupa'daki uzayan ucunu oluşturan, Filistin için adaletin ve hakkın yanında yer almayı tercih eden yüzbinlerce insana “Yâeyyühennasu” diye hitap edip dikkat çektikten sonra, tebliğ edeceğimizi yaşayan ve ailelerimizden başlamak üzere sosyal planda örneklendiren şura eksenli bir ümmet modelleştirmesini gerçekleştirebilmek konusunda ciddi bir niyet ve azimle bezenmiş bir kararlılık gerekli.
“Yâeyyühennasu” hitabının gerektirdiği donanıma, basirete, üslup ve diyalog nezaketine ulaşmak en önemli görevlerimizden birisi olmalıdır.
Rabbimiz bizlere Nebilerin, sıddıkların, şühedanın, salihlerin yoluyla bütünleşen bir yolda yürümeyi, bu istikamette bir hayatı örneklendirmeyi, safhası ve üslubu içinde bu hayatın temel değerlerini paylaşmayı nasip eylesin.
YAZIYA YORUM KAT