Yabancı Azınlıklar
Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla. Allah’a hamd, Elçisi'ne selam olsun...
Bilindiği gibi İslam coğrafyasında diktatörlerin zulmüne karşı başlayan direnişler, ilk olarak Tunus despotunun kaçmasına neden olmuş, bunu Mısır Firavunun yıkılışı izlemişti. Daha sonra bu intifada ateşi Kaddafi’yi yakmış ve sonrasında bir başka kan dökücü hanedan mensubu olan Esed’in kapısına dayanmıştı. Öyle ki bu dalganın kendisini etkilemediği tek bir diktatör kalmamıştı. Yemen diktatörü, hâmisi olan ABD ve Suudi Arabistan’ın büyük desteğine rağmen yerini terk etmek zorunda kalmış, Arabistan, Ürdün ve Bahreyn sıranın kendilerine geldiği korkusuyla hazinelerinin kapılarını, halkın ekonomik durumlarını iyileştirmek için sonuna kadar açmış ve bu dalgaların tesirini azaltmaya çalışmışlardı.
ABD, AB, RUSYA, İSRAİL ve ÇİN gibi küresel istikbar güçleri, Ortadoğu’daki gelişmelerden hoşlanmamalarına rağmen, çeşitli sebepler dolayısıyla bu intifadalara açık bir şekilde karşı durmaktan çekindiler. Kıyam dalgalarının büyüklüğü, halkların iradesine açıktan bir karşı duruşun oluşturacağı sıkıntılar, direnişlere hazırlıksız yakalanma, despotların karnesinin son derece kötü oluşu, intifada sonrası yönetime gelecek kadrolarla birlikte iş yapma ihtimali ve benzeri sebeplerin varlığı, küresel istikbar güçlerinin intifadalara açıktan karşı çıkmalarına engel olduğu söylenebilir. Ancak intifadaların sonuçlarının netleşmeye başlamasıyla işlerin rengi de değişmeye başladı. Zira intifadaların kısmi devrimlere sebep olduğu Mısır, Tunus, Libya, gibi ülkelerde yapılan seçimlerin tümünde İslamcı kesimlerin başarılı olmaları -Libya’da seçilmiş olan bağımsız milletvekilleri de hesaplandığında, seçimin galibinin yine İslamcı kesimler olduğu görülecektir. Yemen’de Salih sonrasında başa gelecek kesimin Islah cephesi olması-İhvan’ın Yemen kolu, Suriye’de Esed rejimine alternatif olarak sadece İslamcıların bulunması, Ürdün’de Kral Abdullah’ı zorlayan tek alternatifin İhvan olması, Fas’ta İslamcı kesimin kısmi iyileştirmeler sonucunda, koalisyonun en büyük ortağı olması, küresel güçleri paniklemeye ve yeniden helvadan putları olan ilkelerini yemeğe müsait bir duruma sevk etti.
Bu gelişmelerin yaşanmasında Türkiye’nin-görece-daha fazla İslami değerlerin etkisi altına girmesi ve intifadalar sonrası daha da güçlenen İslamcılarla ittifak kurarak, dış politikada görece bağımsız bir çizgi oluşturma çabasının da önemli bir etkisinin bulunduğunu söylemek gerekir. Küresel istikbar güçleri, ekonomik olarak güçlenen, dış politikada en azından Batıyla kıyaslandığında çok daha değer merkezli bir politika izleyen ve yeni filizlenen İslamcı iktidar ortaklarını güçlendirme çabası içinde olan bir Türkiye’den ve gelişen intifadalardan rahatsız olmak için birçok nedene sahiptiler.
Bütün bu nedenler dolayısıyla istikbar güçleri, bir yandan seçimle başa gelen İslamcıların başarısız olmaları için her yola başvururken, diğer yandan da başka ülkelerde İslamcıların başa gelmemesi için var güçleriyle çabalama yoluna giriştiler. Bu çerçevede sözde Suriye’de direnişe destek oldukları yönünde bir imaj oluşturmaya çalışırken, zararı sadece Müslüman muhaliflere olacak, yalnızca müslüman muhalifleri olumsuz etkileyecek ‘silah ambargosu’ kararını aldılar. Zira diktatör Esed’in ağır silahlarla donanmış ordusu zaten emrinde hazır bekliyordu. Bunun yanı sıra Rusya, İran ve Çin, daha önceki anlaşmaları bahane göstererek kendisine her türlü silah desteğini sağlıyorlardı. Ayrıca Batılı istikbar güçleri Ürdün, Kuveyt, Bahreyn ve Suudi Arabistan’da yapılan direnişlerin bastırılmasında uygulanan gayri ahlaki ve gayri insani uygulamaları eleştirmek bir yana, bu ülkelere her türlü desteği sağlamaktan da geri durmuyorlardı. Nitekim Suudi Arabistan’ın, Bahreyn’e asker göndermesine ve direnişi bastırmasına da hiçbir şekilde itiraz etme gereğini bile duymamışlardı.
Diğer yandan da iktidarda olan İslamcılara, özellikle Mısır ve Tunus’ta muhaliflere söz hakkı verilmesi, muhaliflerin dikkate alınmasını sağlama bahanesi adı altında her türlü baskıyı uygulamaktan da geri durmadılar. Hâlbuki uzlaşmaya razı olmayan seküler kesimlerin bizzat kendileriydi. Nitekim seçimlerde halkın yüzde ikisinin dahi desteğini alamayan Baradey gibileri, halkın yüzde elli ikisinin desteğini almış olan Muhammed Mursileri meşru olmamakla suçlamaktan geri durmuyorlardı. Meşruiyet sorunları olanlar onlardı ama yerel ve küresel güç odaklarının medya desteğini arkalarına alarak saldıranlar da ve istediklerini dayatanlar da onlardı. Batı ise, bu çığırtkanların seslerini tüm dünyaya naklen izlettirerek, kendi çıkarının temsilcilerini etkin kılma emeli peşinde, “çoğunluğun diktası” söylemleriyle azınlığın hakimiyetini sağlamaya çalışıyordu. Bu durumun farkında olan ve çatışmaların görece özgürlükleri bile sıkıntıya sokacağının bilincinde olan İslamcılar, her zaman makul bir uzlaşıya dönük ellerini uzattılar ancak elleri hep havada kaldı. Halkın desteğini alamayacaklarını bilen ve sadece efendilerinin çıkarlarına uygun davrandıkları sürece destekleneceklerinin farkında olan seküler kesimler, kendi fikirlerini despotça dayatma yoluna gitmeye devam ettiler. Öyle ki Mısır’daki azgın azınlık; Müslüman halk, henüz onların sahip olduğu hakların onda birine dahi sahip olamamışken; “yaşam tarzımıza müdahale ediliyor” yalanlarıyla yeri göğü inletme yüzsüzlüğünden geri durmadı. İslamcıları öldürenler de, kültür merkezlerini yakanlar da onlardı. Tüm dünyaya baskıdan, despotizmden boğulduklarını söyleyenler de yine onlardı. Tıpkı Türkiye’deki şımarık azgın seküler kesim gibi. Daha başörtüsüyle kamuda yer alma hakkını bile alamayan, kendi inancına uygun bir eğitim sistemi hakkından yararlanamayan, kendi İslami kimliğiyle tanınma, parti kurma ve siyasi mücadele hakkı bile bulunmayan dindar kesimleri, seküler kesimler despotlukla suçlayabiliyorlar. Onlar yavuz hırsız gibidirler. Bu toplumun azınlığıdırlar ama bu toplumun ensesinde boza pişirmekten geri durmazlar. Nitekim başörtülü hâkime itiraz ettiklerinde, bunun başı açıklar için bir baskı unsuru olacağını ve tarafsızlığı zedeleyeceğini söyleyebiliyorlar da, başı açık hâkimelerin, başı örtülüler için bir baskı unsuru olma ihtimalini akıllarına bile getirmeye yanaşmıyorlar.
Bu kesimler Mısır’da da, Tunus’ta da, Türkiye’de de, Fas’ta da hep aynıdırlar. Halka yabancıdırlar. Ancak Batıcı efendilerinin desteğiyle ayakta kalabilir, iktidarlarını sürdürebilirler. Bu nedenle kendi halklarını da, halklarının en büyük değeri olan İslam’ı da hor görür ve küçümserler. Aslında onlar kibirli beyaz efendilerinin, kendilerini eşit kabul etmediklerini bilirler. Bundan dolayı küçüklük kompleksiyle, onlar da halklarına aynı bakış açısıyla yaklaşırlar. Bunlar kendilerine yabancılaşmış, kendileriyle barışık yaşamayı unutmuş ve başka değerlere kendilerini yamamaya çalışan kimselerdir. Onlar ne kendileri kalabilmiş ne de Batılı olabilmişlerdir. Bu bunalımlı kesimler, kendilerinin Batıya kabul edilmeme nedeni olarak da İslam’ı gördüklerinden, İslam’dan ve Müslümanlardan nefret etmeyi içselleştirmişlerdir. Onlar kendilerinden geldikleri toplumu beğenmeyen yerli yabancılardır. Bu nedenle onlar, Batıyı ve Batılı değerleri, başta da demokrasiyi ve seçimi kutsasalar bile bu, onların halkların tercihi ve iradelerine saygı duyacakları anlamına gelmez. Nitekim İslamcılar kahir ekseriyetlerle seçimi kazandıklarında bile, Batıcı seküler kesimler İslamcı rakiplerinin meşruiyetini kabul etmeye yanaşmazlar. Onlar ipe un sermeye ve mızıkçı çocuklar gibi akla hayale gelmez saçma sapan itirazlarda bulunmaya devam ederler. “Demokrasi sadece sandık değildir” iddiasından, şımarıkça meydana çıkıp oraya buraya saldıranların esas halk iradesini temsil ettiği ve seçimle gelen iktidarın meşruiyetinin kalmadığına dair yalanlardan asla usanmazlar. Çünkü en temelde onlar halkın ezici çoğunluğunun temsilcileri değil, dıştaki efendileriyle çıkarlarını uzlaştırıp, halkın servetini yağmalayan işbirlikçi piyonlardır. Onlar özgür ortamlarda iktidarı (Türkiye’de ki CHP gibi) hayal bile edemediklerinden, umutlarını hep dış destekli darbelere bağlamışlardır. Mısırda gerçekleşen darbe, Türkiye’nin geçmişte yaşadığı “halka rağmen halk için” hareketlerinin aynısıdır. Ancak Allah’ın izniyle onlar da Türkiye’deki darbeciler gibi mağlup olmaktan kurtulamayacaklardır. Zira bu coğrafyaların temel mayası İslam’dır. Bu nedenle meşruiyetini İslam’dan alamayan tüm hareketlerin sonu mağlubiyet olacaktır. Değerleri değil, gücü yegâne üstünlük ölçüsü olarak gören ve tüm dünyayı bu batıl duruşuyla ifsad eden Batılı küresel istikbar güçleri ne kadar istemeseler de uşaklarını mağlup olmaktan asla kurtaramayacaklardır. Dün seçimlere girmelerine izin vermeyerek önlerini kesmeye çalıştıkları İslamcıları, bugün ancak darbelerle durdurma mecburiyetinde kalıyorlarsa inşaallah mağlubiyeti görecekleri günler de yakındır. Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır ve akıbet hem bu dünyada hem de Ahirret’te muttakilerin olacaktır.
Sözlerimizin sonu ‘Allah’a hamd’tır. Rabbimizden bizleri ve tüm müminleri yeryüzünün tevhid, adalet, iyilik, barış, refahla dolması için katkı sunanlardan ve hayırlı çığırların açılmasına sebep olanlardan kılmasını niyaz ediyoruz.
YAZIYA YORUM KAT