Wilson’dan Obama’ya Amerikan doktrini
Küresel bir zulüm ve katliam imparatorluğu kurma hayalindeki ve dünyayı bir ateş çemberine çeviren Bush’tan sonra iktidara seçilen Obama için iktidarda olduğu süre için henüz söz söylemek için erken olabilir belki ama bu geçen süre de somut olarak hiçbir şeyin yapılmadığı bir gerçek.
Bizim için Amerika uzun yıllar sadece “Wilson prensipleri” olarak bilinen basit ama aslında ne olduğu bilinmeyen bir olgudan ibaretti. Wilson prensipleri birinci dünya savaşından sonra nasıl bir dünyanın şekillendirilmek istendiğini açıklayan ve 8 ocak 1918’de bizzat Wilson tarafından açıklanan ilkelerdi. Kısaca bu ilkeler “14 ilke” (fourteen points) diye de bilinir. Bilhassa 3, 4, 5, 12 ve 14.maddelerine bakıldığından bu ilkelerle amaçlanan şeyin ne olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.3.madde “Uluslar arasındaki bütün ekonomik engeller kaldırılmalı ve serbest ticarete izin verilmelidir” 4.madde “Uluslar, iç güvenliği sağlamaya yetecek miktarın dışında silahlanmamalıdır. Bunun sağlanması için garantiler verilmelidir” 5.madde “Dekolonizasyon sağlanmalı ve sömürge topraklarında uluslara kendi kaderini belirleme hakkı verilmelidir” demektedir. Buradan açıkça görüleceği üzere birinci dünya savaşı ile birlikte yeni düzenin patronluğunu ABD yapacaktır ve özde ulusçuluk politikası üzerine kurulu bu düzende tüm uluslar sömürülmeye müsait hale getirilmek istenmektedir.
12.maddeye gelindiğinde ise bu tamamen Osmanlı üzerine düşünülmüş bir maddedir ve şöyledir; “Çağdaş kapsamı ile Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk kısımları esaslı ve sağlam bir bağımsızlık almalıdırlar, ancak Türk iktidarı altındaki diğer uluslar farklı yorumlanamayacak şekilde hayat güvenliği garantisi ve otonom gelişme için mutlak imkana sahip olmalıdırlar. Çanakkale Boğazı, sürekli olarak, bütün milletlerin ticaret gemilerine açık olmalı ve bu durum milletlerarası garanti altına konmalıdır.”Yani Osmanlı henüz Türkleşmemiş olsa da Türkleştirileceği gayet açıktır ve ekonomik açıdan dünyanın en önemli ticari geçişlerinden olan Boğazlar’da herhangi bir sorunla karşılaşılmamalıdır. Wilson’un ilginç prensiplerinden birisi de 14. maddedir ve bunda “Büyük ve küçük, bütün devletlere siyasi bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini karşılıklı olarak garanti altına almak imkânını sağlamak amacı ile, uluslararası örgüt kurulmalıdır” denmektedir.Uluslararası sömürge imparatorluğuna çeki düzen vermeyi garanti altına almak için kurulması planlanan bu örgüt hiç şüphesiz Nato’dur.Bugün bakıldığında Nato’nun yakın geçmişimizde de nasıl büyük katliamlara çanaklık yaptığı rahatlıkla görülecektir.
Ürettiği malları rahatça satmak daha çok satmak sürekli satmak isteyen emperyal güçler önce buna uygun şartları oluşturmak isterler. Amerikan politikasında daha sonraları bir takım doktrinel adımlar atılarak temelde olmasa da önemli bazı değişikliklere kapılar aralandı. Mesela 1923 Monroe Doktrini ile bir nevi kendi kabuğuna çekilmeyi ve Avrupa ve Ortadoğu’ya karışmamayı 1947 Truman Doktrini ABD’yi sadece Sovyet karşıtlığı temeline oturtmayı hedefleyen bir politikalardı. Truman Doktrini 2.Dünya savaşından sonra güneye yayılmaya başlayan Sovyetleri durdurmaya yönelik bir hamledir.1953 Eisenhower Doktrini de yine Sovyet yayılmacılığına karşı daha kapsamlı çalışmaları içeren bir politikaydı ve bilhassa Ortadoğu ülkelerine askeri ve ekonomik yardımı öngören maddeleri kapsıyordu.
Seksenli yıllarda Sovyetlerin çökmesi ile doksanların başında baba Bush ile başlatılan Yeni Dünya Düzeni; 21.yüzyıla girerken dünyada gittikçe daralan enerji kapasitesini nasıl kendi lehime çeviririm temel mantığını güdüyordu. Uzun yıllar üçüncü dünya ülkelerinde belli başlı aşiret ve sülalelerin elindeki iktidarlar tıkanmış ve ABD için verimsiz hale gelmişlerdi. Sömürülmesine sömürülüyor ama doymak bilmeyen uluslar arası sermaye daha geniş çok daha geniş halk kesimlerinin sömürülmesine ihtiyaç duyuyordu. Bu yüzden Sovyetlerin çöküşüyle domino etkisiyle parçalanan onlarca devletçiğe ayrılan bu coğrafyada yeni projelerle halkın daha çok politikaya ve böylelikle tüketime kazandırılması gerekiyordu.
”Non Goverment Organisations” yani sistem dışı organizasyon yani sivilleşme yani çoğulculuk. Türkçesi Hükümet dışı örgütlenme. Bu illüzyon ile; üçüncü dünya halkları Hükümete katıldıklarını zannedecekler, daha çok söz söyleyecekler, daha çok konuşacaklar, belki bir takım mevkilere dahi gelecekler ama temeldeki uluslar arası sömürü ve paylaşım da hiçbir şey değişmeyecekti. Öyle de oldu. Büyük Ortadoğu projesinden sonra Genişletilmiş Ortadoğu Projesi devreye sokuldu. Uluslararası güçlerin aldıkları bu verim iştahlarını kabartmış olmalı ki projelerini genişlettiler. Kısaca “sömürüye uygun demokrasi “ de diyebileceğimiz bu Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ”evreni ele geçirmeye az kaldı, ha gayret” türünden bir projeydi.
Tüm bunların yanında 11 Eylül’le değişen dünya şartları ve tüm dünyadaki Müslüman avcılığı politikaları ve Bush Doktrini olarak özetleyebileceğimiz bu aşama da bizzat Bush 14 Eylül 2001’de "abd'nin, küresel uzantıları olan teröristlere karşı savaş yaptığı" ve bu savaştaki "düşmanın, masum kişilere karşı yürütülen önceden tasarlanmış siyasî amaçlı şiddet anlamında, terörizm" olduğu, teröristler ve bilerek bunları barındıranlar veya yardım edenler arasında bir ayırım yapılmayacağı ve bunlar arasından da özellikle kitle imha silâhlarını edinmeye veya kullanmaya çalışanların hedef alınacağı; abd vatandaşlarının çıkarlarını, nerede olursa olsun korumak için "tehdidin abd sınırlarına ulaşmadan teşhis ve imha" yoluna gidileceği ve bu konuda "gerekli olduğunda tek başına hareket etmekte tereddüt etmeksizin" kendini koruma hakkını kullanarak, "teröristlere karşı önceden davranıp (by acting preemptively)" ülke ve halka zarar vermelerinin önleneceğini açıklayarak literatüre amerikan küresel saldırganlığını sokmuş oldu.
İki dönemden sonra Irak’ta ve Afganistan’da adeta sefilleri oynayan ve kendi kaynaklarını büyük riske sokan Bush’tan sonra seçilen Obama’ya gelirsek bununla birlikte yine Amerikan politikalarında sanki temel bazı değişiklikler olacağı gibi beklentiler içerisine giren üçüncü dünya halkları yavaş yavaş ümitlerini yitirmeye başladılar bile. Obama’nın kendine has bir doktrini var mıdır yok mudur pek belli olmasa da bu hafta içerisinde David İgnatius yazmış olduğu makalede; Obama doktrini diye bir şeyin var olduğunu ve bunun “Küresel hak ve sorumlulukların tekrar tekrar dile getirmesi” olarak özetlenebileceğini iddia ediyor.
İlk konuşmasında yaşadığımız çağı "İhtiyacımız olan, sorumlulukların farkında olunduğu yeni bir çağ" olarak tanımlayan Obama kısa sürede Afganistan’da tökezledi. Swat Vadisi katliamlarına ses çıkartamadı. Uluslararası güçlerin etkisiyle İran’ın ve Kuzey Kore’nin nükleer çalışmalarında adaletsiz bir tarafta yer aldı. Bush’a özenerek iktidar kurma hevesine düştü. Güçlülere sığınmayı tercih etti. Hatta onbin fitten uçarak Amerikan düşmanlarını vurmayı hedefleyen casus uçaklarla iktidarını pekiştireceğini düşünüyor.
Sonuçta Wilson’dan Obama’ya Amerikan doktrinin de değişen çok da bir şey yok. Dünyayı daha iyi nasıl sömürürüm ve bunun için uygulanması gerekenler nelerdir temel mantığı üzerine kurulu bu doktrini boş ve geçersiz kılacak olansa dünya halklarının örgütleyecekleri adalete dayalı direnç ve direniş odaklarıdır, direniş merkezleridir.
YAZIYA YORUM KAT