Washington’un Yeni Gözdesi: Tahran
ABD, dünyadaki ‘emperyalist hedefler’e saldıranların çoğunlukla Arap aleminden kendine çıkış noktası bulduğunu, İran cephesinin ise özellikle sadece İsrail’e odaklandığını, onda da saldırılarını daha çok teorikle sınırlı tuttuğunu not ediyor olmalı.
Taha Kılınç / Star
Aylar boyunca bütün dünyanın sonucunu merakla ve heyecanla beklediği nükleer müzakeler, ‘anlaşma’ ile sonuçlandı. Henüz ABD ve İran’da anlaşma resmen onaylanmamış olsa da, uluslararası toplumun yaşadığı coşku, görülmeye değer. İran’a çıkarma üstüne çıkarma yapan çokuluslu şirketler, Tahran’a nezaket ziyaretinde bulunma yarışına giren Batılı diplomatlar ve bakanlar, gazete ve televizyonlarda iyimser haberler, yorumlar...
Adeta Ortadoğu yeniden dizayn edilmiş ve her türlü haksızlık sona erdirilmiş gibi sunulan anlaşmaya dair umutlu konuşmak için, kâğıt üzerine yazılanların nasıl ve ne derecede uygulanacağına bakmak gerekiyor. Bölgemiz için bu gelişmenin ne anlamlara geldiğini yorumlamak, şimdilik en doğrusu.
62 yıl sonra tamir olan onur
İran’ın yakın tarihini mercek altına alan bütün uzmanların, üzerinde ittifak ettikleri bir husus var: İran petrolünün millileştirilmesini savunduğu için 1953 yazında CIA destekli bir darbeyle devrilen Başbakan Muhammed Musaddık fenomeninin sıradan İranlı üzerindeki derin etkileri, İslam Devrimi’nin en önemli tetikleyici nedenlerinden biridir.
Hatta, eğer Musaddık böyle bir akıbete maruz bırakılmasaydı, İran halkının ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerle daha sağlıklı bir ilişki geliştirebileceğini söylemek de kuru bir tahminden ibaret sayılmaz.
İranlılar, Musaddık’tan ve onun zorla koltuğundan edilmesi sürecinden öylesine etkilenmişlerdi ki, ABD ve İngiltere’yle diğer Batılı ülkelere on yıllar boyunca hep nefret ve kuşkuyla yaklaştılar. Eh, Batılı süper güçler de bu nefret ve kuşkuyu besleyecek her şeyi yaptılar. Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin 1979’a kadar İran’ı demir yumrukla yönetmesine alkış tuttular. Şah’ı durmaksızın silahlandırarak, İran’ı İslam coğrafyasında ‘Batı’nın jandarması’ olarak konuşlandırdılar. Rejim halka zulümde sınır tanımazken, SAVAK türü istihbarat örgütleri İran’ın zindanlarını masumlarla doldurup darağaçlarını hiç boş bırakmazken, Batılı ülkeler Şiraz’ın üzümleriyle ve Abadan’ın petrollerinden başka hiçbir bir şeye bakmadılar.
İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana geçen sancılı, acılı ve mahrumiyetlerle dolu 36 yıl geride kalırken, İranlılar, nükleer anlaşma dolayısıyla onurlarının tamir edildiğini, haklarının tanındığını, varlıklarının kabul edildiğini iliklerine kadar hissediyorlar.
Nükleer anlaşma, sadece ekonomik ya da siyasal bir açılım değil İran açısından. Aynı zamanda psikolojik ve duygusal bir eşiğin de aşılması demek. Batı ile, Musaddık’ın devrilmesinden bu yana yaşanan “ast-üst” ilişkisinin sona ermesi ve artık masada eşit şartlarda oturabilmek demek.
Merak, heyecan, istek...
Taraflar her ne kadar reddetse ve ateşli retoriklerle kuyruğu dik tutmaya çabalasa da, ABD ve İran’da birbirine karşı büyük bir merak, heyecan ve istek var. Yıllardır kucaklaşmaya can atan, ama fî tarihinde meydana gelmiş bir hatanın tamirini karşılıklı birbirlerinden beklediği için kavuşamayan âşıklar gibi adeta her iki ülke.
ABD, İran’ı ekonomik ve siyasi açıdan kontrolü altına alabilmek için yanıp tutuşuyor. Washington’ın dünyada istediği gibi elini uzatamadığı birkaç köşeden biri olarak kalan Tahran’ın gizemi, Amerikan başkentinin politika yapıcılarının iştahını kabartıyor. İsrail’in hırçınlıklarını bile görmezden gelmeye neden olan bir iştah bu.
İran da ABD üzerinden sağladığı meşruiyeti dünyanın bütün başkentlerine ve kurumlarına yayarak, “normal bir ülke” olmak istiyor. Bunu başardığı takdirde, Tahran, dünyadaki mevcut güç dengelerinin hem ABD kanadıyla hem de Rusya-Çin kanadıyla diyalogunu iyi düzeyde tutabilen, elindeki kozlarla iki tarafa da kendi şartlarını dayatabilen belki de tek İslâm ülkesi olacak. Ki, İslâm Cumhuriyeti’nin siyaset teorisyenleri tam olarak bu plana oynuyor.
Anlaşma, bu açından da oldukça dikkate değer. Üzerinde mutabık kalınan metin, bu yönüyle sadece ‘nükleer’ bir anlaşma değil, aynı zamanda her iki tarafın karşıya geçmesine imkân verecek bir köprü. Yıllar önce var olan, ama güçlü sel dalgalarının zaman içinde kapıp götürdüğü görkemli bir köprü hem de...
Bölgede yeni partner: İran
Varılan anlaşmanın şimdiden belli olan en net sonucu, ABD’nin Ortadoğu’nun meselelerini ele almakta yeni partner olarak kendine İran’ı seçmiş olması. Afganistan’ın ve Irak’ın işgalleri sürecinde gayriresmi ve arka kapıdan yapılan işbirliği, artık gözler önünde ve resmi kanallarla yapılacak. ABD ve İran, “Sünni cihatçılar”a karşı 2000’lerin başından itibaren başlattığı dayanışmayı, bölgenin dizaynında ve dize getirilmesinde de en üst düzeyde kullanacak gibi görünüyor.
ABD’nin, İran’ın desteklediği milislerin Irak, Suriye ve Lübnan’da neden olduğu çatışma ve gerginliklerden hiç bahsetmeden, sadece ‘Sünni cihatçılar’a odaklanması, Tahran yönetiminin oldukça başarılı bir PR çalışması yaptığını gösteriyor.
Washington, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirenlerin çoğunun Suudi Arabistan vatandaşı çıkmasının yarattığı şoku henüz atlatamadı. Suudilerle o zaman patlak veren güven bunalımı, tamamıyla tamir edilebilmiş değil. Bu süreçte, İran’ın öne atılarak kendini ‘pazarlaması’ ve işbirliğine candan hazır olduğunu her yönüyle göstermesi, elbette Amerikalıların dikkatinden kaçmadı.
“Ortak düşman”a karşı adım atma kararlılığını sürdüren ABD ve İran, baş başa kaldıklarında mutlaka “Selefi düşünceden kaynaklanan şiddet”i ve bu bağlamda elbette Suudilerin Selefi düşüncenin silahlı biçimiyle ilişkilerini de müzakere ediyorlardır. Bu konuların hiç açılmadığını düşünenler, Ortadoğu’yu hiç tanımıyor demektir.
ABD ayrıca, dünyadaki ‘emperyalist hedefler’e saldıranların çoğunlukla Arap aleminden kendine çıkış noktası bulduğunu, İran cephesinin ise özellikle sadece İsrail’e odaklandığını, onda da saldırılarını daha çok teorikle sınırlı tuttuğunu da not ediyor olmalı.
Ve Tahran’dan dünyayı izleyen Fars siyasetçiler, Batılılara saldırılarda bulunanlar hep Arap çıktıkça, “Bakın, gördünüz mü? İşte bölgedeki müttefiklerinizin ürettiği zihniyet” diyerek koltuklarına yaslanıp, kahvelerinden bir yudum daha alıyor olmalı.
Suriye dosyası masada
Yapılan resmi açıklamalar hep “nükleer müzakere” başlığına odaklanmış olsa da, ABD ile İran’ın aylar boyunca bir araya geldikçe görüştüğü kritik konulardan biri de Suriye’ydi elbette. Mevcut durumun ayrıntılı şekilde değerlendirilmesinin yanı sıra, muhtemel gelişmeler, Esed’li ve Esed’siz Suriye’nin görünümüne dair senaryolar, tarafların ajandalarında üst sıralarda kayıtlıydı.
İran’ın Suriye’ye bakışı, Türkiye’nin Kıbrıs’a bakışından farksız. Dolayısıyla, Batı’yla diyalog için nükleer müzakere gibi bir fırsat yakalamışken, Suriye konusundaki şartlarını da masaya sürmemiş olması mantıksız.
Suriye’de son bir yıldır bütün mücadele, ülkenin üç parçaya bölünmesine odaklandı. İran yönetiminin, nükleer müzakerelerdeki küçük tavizler karşılığında, Suriye’deki rolünün devamını garanti altına almış olduğunu düşünebiliriz. ABD de Irak, Suriye ve Lübnan’da İran’la paslaşmadan, istişare etmeden ve yardımlaşmadan herhangi bir adım atamayacağını, son 10 yıldır yaşayarak görmüş durumda zaten.
Türkiye’ye yansımalar...
Anlaşmanın Türkiye’ye yansıyan taraflarına baktığımızda, özellikle güçlenmiş, milli onurunu tazelemiş ve ekonomik zincirlerini kırmış bir İran’ın, Türkiye’ye karşı da kendini daha bağımsız hissedeceğini söylemek kehânet olmayacaktır.
Dünyadan en dışlandığı zamanlarda bile Ankara’nın yakın ilgisine mazhar olan Tahran, şimdiye kadar bu ilgiye ciddi bir karşılık vermiş değil. Her kış polemiklere konu olan doğalgaz fiyatlarındaki dayatmalardan tutun, Suriye’de yaşanan insanlık dramındaki rolüne kadar, Türkiye’nin İran’a dair birçok hayal kırıklığı var.
Yaptırımların altında ezilirken aynı zamanda Suriye’deki savaşı finanse etmeyi de başaran İran, ekonomik anlamda rahatlığa erdikçe, bölgedeki fiili etkisini de artıracaktır. Irak, Suriye ve Lübnan’da silahlı milislere zaten kol-kanat geren Tahran, ilgi alanına bölgedeki silahlı Kürt grupları da dâhil etmiş durumda.
Türkiye’nin, önümüzdeki dönemde işte bu ‘Yeni İran’a hazırlıklı olması, politikalarını da buna göre revize etmesi gerekiyor. Çünkü Ortadoğu, hüsnü zanların ve kardeşlik temennilerinin hiç kâr etmediği bir coğrafya. Maalesef.
HABERE YORUM KAT