Vesayetçilikle mücadele, ayrımcılıkla da mücadeledir
Türkiye, bürokratik vesayet altında olan türden bir demokrasiden, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye geçiş mücadelesine sahne oluyor.
Bu mücadelenin açıkça görünen yüzü, siyasi cephesi: Atanmış egemenliğinin son bulması ve ülkenin (insan haklarına dayalı hukuk devleti ile sınırlı olarak) halk temsilcileri, seçilmişler tarafından yönetilmesi. Vesayetçi düzene karşı mücadelenin daha az görünür olan yüzü ise kültürel cephesi: "Türk'üm" diyenler kadar, dinsel inancı, etnik kimliği ne olursa olsun "Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyım" diyenlerden oluşan bir millete (Türkiye milleti) geçiş mücadelesi.
Niçin öyle? Çünkü vesayetçi rejimin ideolojik-kültürel temelinde, Kemalizm'in (ya da laik milliyetçiliğin) otoriter bir yorumu var. Bu yoruma göre, milli topluluk İslam'ın Diyanet tarafından temsil olunan resmi yorumuna bağlı olanlardan ve kendilerini Türk kabul edenlerden oluşur. Dinsel inançları ve etnik-kültürel kimlikleri itibarıyla bu tanımın dışında kalanlar milli topluluğun asli bir parçası olmayıp milli kimliğe bir tehdit oluşturur. Onun için bu unsurların asimile edilmeleri ve gözetim altında tutulmaları gerekir. Dini inançları bakımından İslam'ın halk, tarikat yorumlarına bağlı olanlar, Aleviler, gayrimüslimler ve Türk olmayanlar, hepsi bu politikaların hedefi olmuştur.
Vesayetçi, tek-tipçi kültürden demokratik, çoğulcu kültüre geçiş mücadelesi esas olarak zihinlerde, her alanda, her kurum ve birey içinde yaşanıyor. Referandum kampanyası, çok ilginç bir şekilde, vesayetçilikle mücadelenin kültürel cephesini açığa vuruyor. Ana ve yavru muhalefet partilerinin gerek siyasi, gerekse kültürel yönüyle vesayet düzenine sıkı sıkıya bağlı, (Başbakan Erdoğan'ın deyişiyle) "ruh ikizleri" oldukları konusunda bir tereddüt yok. Ama siyasi vesayeti sona erdirmek için mücadele veren iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) vesayet düzeninin kültürel-ideolojik yönünden ne ölçüde kopabilmiştir?
Kuşku yok ki, Başbakan Erdoğan'ın öncülük ettiği "Kürt Açılımı-Demokratik Açılım-Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi" vesayet düzeninin kültürel yönüne karşı bir girişimdir. Ve Türkiye'nin birliğini ve dirliğini koruması, bu girişimin başarısına bağlıdır. Ne var ki, hemen her gün hükümet cephesinden bu girişimin "ruhuna" ters düşen bir beyanla, bir uygulamayla karşılaşıyoruz.
Ankara'nın AKP'li Belediye Başkanı Melih Gökçek, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Alevi, annesinin de etnik olarak Ermeni" olduğunu söylerken (13 Ağustos) neyi ima ediyor? CHP milletvekili Canan Arıtman'ın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün annesinin Ermeni olduğu yönündeki iddiasının "iftira" olduğunu söylemesi (17 Ağustos), Ermeni olmayı bir suç saydığı, Ermeni yurttaşlarımızı milli topluluğun dışında gördüğü anlamına mı geliyor? Ya Başbakan Erdoğan, "Önemli olan boy değil soydur." derken ne demek istiyor? (15 Ağustos)
Karanlık bir cinayetle aramızdan ayrılan meslektaşımız Hrant Dink'in ailesinin açtığı davada Dışişleri Bakanlığı'nın AİHM'ye gönderdiği savunmada "Dink, Türklüğü aşağıladı, nefret söyleminde bulundu. Bu tür yazılar halkı tahrik eder, kamu suçu oluşturur" denmesi; "Türklüğü aşağılamak ve halkı kışkırtmak" suçundan cezalandırılan Hrant Dink'e emsal olarak bir neo-Nazi ile Federal Alman hükümeti arasındaki davanın gösterilmesi, söz konusu bakanlığa yuvalanmış vesayetçilerin eseri olabilir. Peki, başında Ahmet Davutoğlu'nun olduğu bir bakanlıktan böylesi bir "savunma" nasıl çıkabilir?
Ya Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek'e ne demeli? Öldürülen bir kısım PKK'lıların "sünnetsiz" olmalarını, terör ile Ermeniliği özdeşleştirme çabasının bir ürünü değil de nedir? (21 Ağustos) "Tehcir ve mübadele olmasaydı milli devlet olabilir miydik?" diye soran Savunma Bakanı Vecdi Gönül değil miydi? (10 Kasım 2008)
Şurası muhakkak ki, vesayetçilikle mücadele ayrımcılıkla ve ırkçılıkla da mücadeledir. Ve bu mücadele kazanılmadan vesayetçilik son bulamaz.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT