Vesayetçiliği besleyen kaynaklar ne olacak?
Emekli Orgeneral İlker Başbuğ'un da bu sıfatı kazanan ilk eski Genelkurmay Başkanı olarak tutuklanarak cezaevine konulmasıyla, hükümeti devirmeye yönelik darbeye teşebbüs ettikleri iddiasıyla hapsedilen general ve amiral sayısı, 58'i muvazzaf olmak üzere 139'u buldu.
Başlıca Ergenekon, Balyoz, İrticayla Mücadele Eylem Planı ve İnternet Andıcı davalarında yargılanmakta olan general ve amirallerin iddia edilen suçları işleyip işlemedikleri yargı süreci sonunda belli olacak. Bu konuda fazla bir tartışma görünmüyor.
Tartışılan konu, tutuklu olarak yargılanmalarının gerekli olup olmadığı. Sorulan sorular şunlar: Tutuklanmasaydılar kaçabilir, aleyhlerindeki delilleri karartabilir ya da darbe girişimlerini sürdürür müydüler? Mahkemelerin eskiye uzanan bir alışkanlıkla tutuklamayı cezaya dönüştürmeleri sonucunda bugün Türkiye cezaevlerinde yatan 128 bin dolayında kişinin yüzde 40 kadarının hükümlü değil tutuklu kimseler olmasının doğurduğu kaygılar, bir ölçüde tutuklu general ve amiralleri de kapsıyor. Bunun için darbe girişimlerinin hedefi olan hükümetin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç dahi, Başbuğ'un tutuklanmasıyla ilgili görüşü sorulduğunda, "İnsanların tutuklanmasından memnuniyet değil, tahliye edilmelerinden sevinç duyan bir anlayışa sahip olduklarını..." söylüyor.
Başbuğ'un eski Genelkurmay Başkanı olarak, Özden Örnek ve İbrahim Fırtına'nın eski kuvvet komutanları olarak Anayasa Mahkemesi'nde mi, yoksa özel yetkili mahkemede mi yargılanması gerektiği konusundaki tartışmada (herhalde görülen lüzum üzerine) Anayasa'nın 148. maddesine 2010 referandumuyla eklenen fıkra uyarınca Anayasa Mahkemesi'nde yargılanmaları bana makul görünüyor.
Benim tutuklu general, amiral ve öteki subaylarla ilgili olarak zihnimi kurcalayan sorular farklı. 12 Eylül askerî yönetimi tarafından yapılan ve halen geçerli olan anayasa, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi değil otoriter laiklik ve milliyetçiliği, yani Kemalizm'i esas alıyor. Anayasa'nın Milli Güvenlik Kurulu aracılığıyla askerlere siyasî rol yükleyen, askeri "devlet içinde devlet" kılan düzenlemeleri yerinde duruyor. Darbelere hukukî gerekçe olarak kullanılan, TSK'nın İç Hizmet Kanunu'nun "Silahlı Kuvvetlerin vazifesi Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır." diyen 35. maddesi de yerinde duruyor. Bu mevzuat ışığında kimi askerlerin darbe yapmayı "görev" bilmeleri şaşırtıcı görülebilir mi?
Daha da çok sorulmayı hak eden soru ise şu: Neredeyse bütün okulların, ama özellikle askerî okulların öğrencilerine Kemalizm'i telkin ettikleri bir ülkede, subayların Kemalizm'e aykırı gördükleri gelişmelerden kendilerine "görev" çıkarmalarının sonu gelebilir mi? Katışıksız Kemalizm, subaylara şunları telkin ediyor: Devletin ve milletin sahibi askerdir. Halk kendi kendini yönetme olgunluğuna sahip değildir. Kendi çıkarları peşinde koşan yoz politikacılar, halkı ülke çıkarları aleyhine yönlendirebilir. Din, özellikle İslam dini, modernleşmeye engeldir; kamusal alanda her türlü tezahürü irtica, gericiliktir. Din denetim altında tutulmalı, dinî inançlara kısıtlama getirilmelidir. Modern bir devlet ancak tek-dilli, tek-kültürlü bir toplumu zorunlu kılar.
Onun için Genelkurmay Başkanı, kendi görev alanıyla hiç ilgisi olmayan bir konuda konuşmakta sakınca görmüyor. Kürtçe ile ilgili bir soruya cevaben: "Eğitimde ve kamusal alanda farklı dillerin kullanılmasının toplumda ayrışma yaratacağını [düşünüyorum] ve bu nedenle başka bir dilin eğitimde ve kamuda kullanılmasını uygun bulmuyorum..." diyebiliyor.
Yargılanmakta olan subaylar savunmalarında pekâlâ anayasaya, yasalara ve yetişme tarzlarına gönderme yapabilirler. Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi esas alan anayasa ve yasalar kabul edilmediği, askerî okullarda subaylara özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye değil Kemalizm'e bağlılık aşılandığı sürece, yani besleyen kaynaklar kurutulmadıkça askerî vesayetçiliğin sonu gelmeyebilir.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT