Vatanı, Kavmi ve Devleti Uğrunda Ölen “Şehid” Olur mu?
Rabbimiz, “Allah, şüphesiz Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını -Tevrat, İncil ve Kur’an’da söz verilmiş bir hak olarak- cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse yaptığınız alışverişe sevinin, bu büyük başarıdır”1 buyurmaktadır. İşte bu ve benzeri ayetler gereğince cennet, sadece “Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen müminlerin mükafatıdır.” O halde bir savaşta öldürülenlerin, şehid sayılabilmeleri, dolayısıyla cennete hak kazanabilmeleri için, asgari şartlar bu ayetten şu şekilde çıkarılabilir:
1. Her şeyden önce mümin olmaları, yani iman etmeleri, tevhid ehli olmaları ve inandıkları değer, hüküm ve ölçüleri, Allah’ın şeriatını hayata hâkim kılma, yani vahye şahidlik etme eylemi ve gayreti içinde olmaları gerekir. Öncelikli ve sürekli “şehadet” budur. Hayatta bu şehadeti gerçekleştiremeyenin ölürken şehid olması mümkün değildir.
2. Yapılan savaşın, mücadelenin “Allah yolunda” olması ikinci ve önemli diğer bir şarttır. Allah’ın şeriatını, emir ve yasaklarını hayata egemen kılma uğrunda bir cehd, gayret, mücadele veya savaş olmalıdır. Ya da Allah’ın hükümlerinin, şeriatının egemen olduğu bir ülkenin saldırıya muhatap olması halinde, bu ülkedeki İslam’ın hâkimiyetinin, İslami yönetimin yıkılmasını engellemeye yönelik bir savunma savaşı söz konusu olmalıdır. Veya İslami mücadele sürecinde, zalim güçlerin saldırısına karşı, İslami davetin önünün tıkanması halinde, bu engeli aşmaya yönelik bir savaş olmalıdır. İslam’ın tebliğini engelleyen zorba güçlerin, zorbalığına son verip, insanların İslami davet karşısında baskılardan, ipoteklerden arınmış bir özgürlük ortamı içerisinde özgürce karar verebilmelerini sağlamaya yönelik bir adaleti ikame etme savaşı olmalıdır. Müslümanların, ırzını, namusunu, malını, canını korumaya ve Allah’ın şeriatı çerçevesinde özgürce bir hayatı yaşamalarını sağlamaya yönelik Allah yolunda ve Allah’ın ismini yüceltmek uğrunda bir savaş olmalıdır. Tüm bu savaşlarda esas olan, Allah yolunda olmaları ve Allah’ın dininin, şeriatının, ölçülerinin temel belirleyici kılınması ve savaşın, bu değerlerin korunması ya da hâkim kılınması uğruna yapılmasıdır. Allah’ın dinini öğrenmek, yaşamak ve yaymak uğrundaki tüm mücadele sürecinde, bu sebeple ve bu yolda can feda edilmesi de bu kapsama dâhildir.
Laik Kemalist Sistem ve Yönetimlere İsteyerek, Benimseyerek İtaat Bile Kur’an’a ve ”Şehid”liğe Aykırıdır
Tağutlar (İslami olmayan yönetimler) yolunda, bırakın savaşmayı, bu tür yönetimlere itaat dahi Kur’an’da yasaklanmıştır. “Ey imân edenler! Allah’a itaat edin. Peygamberlere ve sizden olan emir sahiplerine (yöneticilere) de itaat edin. Eğer bir hususta ihtilaf ederseniz –Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız– onu Allah’a ve Resule götürün...”2 Bu ayetten de çok net bir şekilde anlaşılacağı üzere, müminler, mümin olabilmeleri ve böyle kalabilmeleri için, öncelikle Allah’a, sonra Resulü’ne, yani Kur’an’a ve onun güzel uygulaması, yorumu ve açıklaması mahiyetindeki sünnete itaat etmeleri, İslam şeriatına iman edip tabi olmaları gerekmektedir. Üçüncü olarak itaat edilecek makam ise yöneticiler, âlimler, önderlerdir. Ancak ilk iki itaat kayıtsız şartsız bir teslimiyetle gerçekleşmesi gerektiği halde üçüncü itaat, yani yöneticilere (idarecilere), alimlere, önderlere itaat ise kayıtlı ve şartlı bir itaattir. Bu kayıt ve şart, Kur’an bütünlüğünden ve yukarıdaki ayetten şu şekilde çıkarılabilir:
1. Bunlar “bizden”, yani mümin olmalıdırlar. Muvahhid olmalıdırlar. Allah’a, Resulü’ne, Kur’an’a, ahiret gününe ve diğer iman prensiplerine iman edip sâlih ameller işleyen şahsiyetler olmalıdırlar. Allah’tan başka ilah ve Rab tanımamalı, Allah’tan başkasına kulluk ve itaat etmemelidirler.
2. Allah’a ve Resulü’ne itaatten oluşan ilk iki itaati tam anlamıyla yerine getirmelidirler. İslam şeriatını benimseyip yaşamalı ve hayata hâkim kılmalı, toplumu İslam hükümleri çerçevesini aşmadan, onlara sadakat göstererek, Allah’ın hükümleri ile ve adaletle yönetmelidirler.
3. Bizlerden, yani itaat talep ettikleri kimselerden isteyecekleri ya da emredecekleri her şey İslam şeriatına uygun olmalıdır. Çünkü İslam şeriatına aykırı taleplere itaat edilemez.
Laik ve Kemalist oligarşik güçler ve yönetimler ise tam tersine bu vasıfları taşıyanları “irtica” ve “gerici” diye yaftalayarak, cezalandırmaya çalışmaktadırlar. Çünkü laiklik, Allah’ın hâkimiyetini toplumsal ve yönetimle ilgili alanlardan dışlayarak, Allah’ın hâkimiyetini parçalamak suretiyle tevhidi yok ederek, devleti ve yöneticilerini Allah’a ortak koşmaktadır.
İslam ise, kendine tabi olanları kendi şeriatını uygulamaya, Allah’ın (c) kitabı Kur’an’ı ve Resulullah (s)’ın sünnetini yürürlüğe koymaya mecbur etmektedir. Müminler arasında doğacak ihtilafların da, Allah’a ve Resulü’ne, yani Kur’an ve sünnete göre çözülmesini yine Kur’an emretmekte ve bunun bir akide ve iman meselesi olduğunu vurgulamaktadır. Yani ihtilaflarını Allah’ın kitabı Kur’an’a ve Resulullah’ın sünnetine göre çözmeyip, İtalya, İsviçre, Fransa, Almanya’dan ithal edilen ya da hevaya göre laik TC parlamentosunda yapılmış beşeri kanunlara göre çözmeyi esas alanları, benimseyenleri, Allah’a ve ahirete iman etmemekle nitelendirmektedir. (Nisa, 59) Kur’an, ilk inen surelerden itibaren pek çok ayetinde, İslami olmayan, vahye dayanmayan yönetimlere, otoritelere, önderlere itaati yasaklamakta, müminleri bunlara itaat etmemeye çağırmaktadır.
“Hayır! Ona itaat etme (boyun eğme)! Allah’a secde et ve (yalnız O’na) yaklaş!”3
“O halde (hakikati) yalanlayanlara uyma (itaat etme)! Onlarla uzlaşma”4
“Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” “Yeryüzünde fesad çıkaran, dirlik düzenlik vermeyen, aşırı gidenlerin emrine uymayın.”5
“Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de yalnızca O’nundur...”6
“Sonra seni de emirden bir şeriat üzerinde kıldık, o halde ona uy, bilmeyenlerin hevasına uyma.”7
“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevalarına uyma...”8
“Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara (Kur’an’la) büyük bir cihad ver.”9
Allah kendisine itaati reddeden ve vahyini hayattan kovan tağuti sistem ve yönetimlere itaatten kaçınmayı kurtuluş sebebi saymıştır:
“... Kim tağutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmış demektir...”10
“ Tağuta kulluk (itaat) etmekten kaçınan ve Allah’a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde vardır...”11
“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk (ve itaat) edin ve tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik...”12
Görülmektedir ki heva ve zanna dayalı beşeri, laik ve Kemalist sistemleri, ideolojileri benimsemeyi, onlara isteyerek itaat etmeyi ve onlar uğrunda savaşmayı, Kur’an kesinlikle ve son derece açık bir biçimde yasaklamış bulunmaktadır. Müminler ancak Allah’a ve Resulü’ne ve kendileri de Allah’a ve Resulü’ne itaati esas almış, toplumu İslami hükümlere göre yöneten (Maide, 48-49) mümin, muvahhid yöneticilere, sistemlere itaat edebilir, ancak onların emir ve komutası altında, ancak Allah yolunda, Allah’ın şeriatını egemen kılmak uğrunda savaşabilir, canlarını feda edebilirler. “Doğrusu Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.”13 Bunun dışındaki savaşlar ise, Allah’ın sevgisine ve şehidliğe mazhar olamazlar. Allah (c), cihad edenleri ve etmeyenleri ayırt edinceye kadar bizleri imtihan edeceğini ve ancak Allah yolunda cihad edenleri cennete sokacağını beyan etmektedir:
“Yoksa Allah, içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz?”14
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Resulü’ne inanır, mallarınızla canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur...”15
Mademki şehidlik, günahların tamamen bağışlanmasına vesile olmakta ve cennette yüksek mertebelere tekabül etmektedir; bakınız yukarıdaki ayet bu sonuca ulaşmanın asgari şartlarını nasıl belirliyor:
- Bir kere hitap müminleredir. Şehit olmanın öncelikli şartı budur. Bunun gereği Allah’ı tevhid etmek ve O’nun şeriatına tabi olmaktır. Laik, Kemalist sistemleri reddetmektir.
- Allah’a ve Resulü’ne itaat etmek ise diğer mütemmim şarttır. Bunun gereği de Allah’ın şeriatını benimsemek ve hayata hakim kılmak için çaba harcamaktır.
– Üçüncü şart ise, mal ve can ile “Allah yolunda savaşmaktır.”
İşte yukarıdaki ayete göre de asgari bu şartlar yerine getirildiği zaman, bu şartlarla Allah yolunda can verenlerin, yani şehidlerin “günahları bağışlanacak” ve onlar “altından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere yerleştirilecek”lerdir.
Kur’an ve Sünnette Şehid Olmak Nedir? Allah Yolunda Cihad Nedir ?
Şehidlik Nasıl Bir Konuma Tekabül Etmektedir?
Daha önce de belirttiğim ve Kur’an ayetleriyle ortaya koymaya çalıştığım üzere, “şahidlik” ile “şehidlik” birbirinden ayrı konular olmayıp, belki bir sebep sonuç ilişkisi içinde birbirinin devamı olan, birbirini tamamlayan iki kavramdırlar. İşte bu bütünü “şehadet” kavramı ile ifade etmek mümkündür. Hayatı vahye şahitlikle geçiren, yani şehid gibi yaşayan, bu şehadetinin sonucunda Allah yolunda canını feda ederse, ölümü ile de vahye şahidlik yaptığı için şehid olur. Yani Allah’ın hükümlerini, tevhidi ve adaleti yeryüzüne egemen kılmak ya da egemen olan İslam nizamını, İslam’ın hâkim olduğu İslam yurdunu, adalet ve tevhid sistemini savunmak için ölürse şehid olur. Allah, bunlara, yani Allah yolunda, Allah’ın dini, şeriatı uğrunda canını feda edenlere “ölüler”, denmemesini, çünkü onların “diri” olduklarını beyan ediyor.
“Allah yolunda öldürülenler için ‘ölülerdir’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Lakin siz hissedemezsiniz.”16
“Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Hayır, onlar Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar.”17
“... Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmaz. Onları muradlarına erdirecek, gönüllerini şad edecek ve onları kendilerine tanıttığı cennete sokacaktır.”18
Görüldüğü üzere, Allah yolunda, Allah’ın dininin, şeriatının hayata hâkim kılınması uğrunda, mümin insanların canlarını feda etmeleri halinde, bunlara ölüler denmemesi isteniyor. Çünkü bunlar ölümleri ile de vahye şahidlik yaptıkları ve vahyin egemenliği uğrunda öldükleri için, Allah bunların, Rableri katında diri olup, rızıklandıklarını beyan ediyor. Diridirler, çünkü Allah yolunda, vahyin uğrunda canlarını feda ederek oluşturdukları “şahidlik”le, örneklikle ölümlerinden sonra da geride kalanlara vahyin mesajını taşımayı sürdürmektedirler. Bu vasıfların, vahyin egemenliğine son vermiş, Allah’ın şeriatının en küçük yansımasına bile tahammül edememiş, başta tesettür ayeti (başörtüsü) olmak üzere, Allah’ın ayetlerine karşı savaş açmış laik, Kemalist beşeri ideolojiyi ve sistemi benimseyip, bu uğurda can verenlerin vasıfları olarak zikredilmesi mümkün olabilir mi? Kur’an’ın son derece açık ifadelerine rağmen laik Kemalist sistem ve devletler uğrunda savaşıp ölenleri şehid olarak niteleyenler, aslında, Allah’ın dinini tahrife kalkışmakta ve Kur’an’la, İslam’la ve ilimle adeta alay etmektedirler. Çünkü İslam şeriatını benimsemeyen, İslam hükümlerini siyasi, sosyal, ekonomik, hukuki, bireysel ve toplumsal hayattan kovan ve üstelik İslam şeriatını isteyen, hayata yansıtmaya yönelen Müslümanları ise birinci öncelikli tehdit ve düşman ilan edip cezalandıran, başörtüsü yasağında olduğu gibi, İslam’ın en küçük yansımasına dahi karşı çıkıp savaş açan laik Kemalist devlet ve silahlı güçleri “şehidlik” gibi yine İslam’a ait bir kavramı, hem de İslam şeriatına karşı savaşan sistemin silahlı güçlerinin mensupları için kullanmak suretiyle, hem büyük bir çelişki ve tutarsızlık sergilemekte hem de İslam’a ve Müslümanlara haksızlık ve zulüm yapmış olmaktadırlar.
İslam’ın dünyayı düzenlemesine tahammül edemeyip, onu vicdanlara hapsetmeye, hayattan kovmaya kalkışmış ve İslam şeriatına karşı verdiği ve halen de sürdürdüğü savaş sonucu onu toplumsal hayattan çıkarmış bulunan laik Kemalist güçler, kendi emir ve komutaları altında ve kendi pozitivist, İslam karşıtı ideolojileri emrinde savaşa çağırdıkları, hatta savaşa zorladıkları insanlara, öldükten sonra bir şey vadedememenin aczi içinde “şehidlik” gibi ilahi bir kavrama sığınmak ve böylesi bir tutarsızlığı yaşamak zorunda kalmışlardır. Laik Kemalist ideoloji, dünya hayatı da dahil tüm kainata hakim olan tek ilah inancını dışlayan, cennet ve cehennemi olmayan bir beşeri ideoloji oluşu sebebiyle insanların beklentilerine ve ihtiyaçlarına cevap verememiş, uğrunda ölenlerin “Öldükten sonra ne olacağız?” kaygılarını giderememiştir. Allah yolunda değil de, 80 yıldır Allah’ın yolunu yok etmeye yönelik savaş veren kendi ideolojisi yolunda, laik Kemalist sistem uğrunda ölmeye çağırdıklarına, öldükten sonra ne vereceği sorusuna cevap bulamamıştır. İnsanların kafasında, “Ben senin sistemin uğrunda öleceğim, sen ise çıkar düzenini ayakta tutup, sömürü ve talanına devam edeceksin öyle mi?” sorusunun uyanmasına engel olacak bir cennet vaadine ihtiyaç duymuştur. Halbuki kendi pozitivist dünya görüşünde, ilahi olana ve tabii ki ahirete, cennet ve cehennem inancına yer yoktur. İşte bu açmazın giderilmesi için, ilahi olanı hayatın her alanından dışlayan katı bir laiklik anlayışıyla çelişki de teşkil etse, ahirette cennet vaadini ve “şehidlik” kavramını İslam’dan ödünç almayı ve istismar etmeyi tercih etmişlerdir. (Aslında böyle yaparak Mustafa Kemal’in düşüncelerine de ihanet etmektedirler. Çünkü, Mustafa Kemal, “Türk’ün artık, dinî his ve cennet uğruna savaşmadığını” açıkça beyan etmiştir.)
Halbuki pek çok Kur’an ayeti ve Resulullah (s)’ın hadisi, son derece net ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymaktadır ki, uğrunda ölünen yol Allah yolu (Allah’ın şeriatı, İslam sistemi), ölen kişi de muvahhid bir Müslüman, ve ölenin niyeti de tamamen Allah rızasını kazanmak olmadıkça, o kişi şehid olamaz. “Bir bedevi Resul-i Ekrem’e geldi ve: ‘Ey Allah’ın elçisi; kimi akrabalık (kavmiyetçilik) gayreti ile, kimisi kahramanlık göstermek için, kimisi de Allah yolunda derecesini görmek için savaşır. (Bunlardan hangisi Allah yolunda savaşmış olur?)’ dedi. Hz. Peygamber (s); ‘Her kim Allah’ın dininin en yüce olması için savaşırsa işte o, Allah yolundadır.’ buyurdu.”19
Bir başka rivayette de biraz farklı içerikle nakledilen hadis şöyledir: “Bir adam Peygamber Efendimize gelerek: “Ganimet (mal) için savaşan, nam için savaşan, kendini göstermek için savaşan adamlar vardır, bunlardan hangisi Allah yolunda savaşanlardandır?” dedi.” Resulullah (s), adama şu cevabı verdi: “Kim Allah’ın dininin en yüce olması için savaşırsa, Allah yolunda savaşan adam olur.”20 Ebu Musa el-Eşari’den gelen bir rivayete göre; Rasulullah(s)’a, “Adamın birisi şecaat (kahramanlık, yiğitlik, cesurluk) için, birisi hamiyyet (kavmiyet, milliyet, vatan gayreti) için, birisi riya (gösteriş) için savaşıyor. Hangisi Allah yolundadır?” diye sual ettiler. Peygamberimiz (s) buyurdu ki: “Kim Allah kelamı yücelsin diye savaşırsa, o Allah yolundadır.”21
Cübeyr bin Mut'im'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: “Irkçılığa çağıran bizden değildir, ırkçılık için savaşan bizden değildir, ırkçılık üzere ölen bizden değildir.”22 Türkçü ya da Kürtçü laikliğin uğrunda, seküler düşünce ve sistemlerin adına savaşanlar, ölüm gelmeden ve hüsranla karşılaşmadan bu uyarıları dikkate almalıdırlar. Başka rivayetlere göre de, Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: “Kim cahiliye davasında (kavmiyetçilik davasında) bulunursa Cehenneme iki dizi üzerine çökmüş demektir..”23 “Allah Teala kıyamet günü sizi soyunuzdan, sopunuzdan sorgulamayacaktır..”24
Bu hadislerden de çok net olarak anlaşılacağı üzere, kahramanlık, yiğitlik adına ya da vatancı, kavmiyetçi, milliyetçi duygular uğruna ya da gösteriş için savaşan kimse Allah yolunda savaşmayan kimsedir ve şehid olması mümkün değildir. Yapılan savaşın “Allah yolunda” sayılabilmesi için Resulullah (s) çok net bir ölçü vazetmektedir ki o da, “Allah kelamı yücelsin diye savaşmaktır.” Allah kelamı her şeyden önce tevhid, yani “lâ ilahe illallah” ve Kur’an’dır. O halde kim ki, Kur’an’ın hükümlerinin eksiksiz uygulanması, yeryüzüne hâkim olması, Allah’ın şeriatını esas alan bir toplumsal düzen kurulması ya da böyle şer’î bir düzen varsa, bu İslami düzenin muhafaza edilmesi için savaşır ve Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle bu yolda öldürülürse, işte o kimse “şehid” olarak vasıflandırılmaya hak kazanmaktadır. Allah ve Resulü’nün son derece açık beyanları, bu hususu son derece belirgin bir şekilde ortaya koymuştur.
“Şehid”ler “Allah yolunda” öldürülen kimselerdir. Allah’ın ayetlerinin, şeriatının, ekonomik, sosyal, siyasi, hukuki, bireysel, kamusal ve toplumsal hayata yön vermesini yasaklayıp, Allah’ın ayetleriyle savaşırken ölen kimselerin gayet tabii ki, İslam’la ve şehitlikle alakası olamaz. Sadece Allah yolunda, Allah’ın kelamını, Kur’an’ı, vahyi, İslam şeriatını yüceltme ve hâkim kılma uğrunda ölenler şehidtir. “Allah’tan başka hiçbir hedefe, hiçbir gayeye, hiçbir cazibeye içinde yer vermeksizin ... sırf yüce Allah’ın indirdiği bu gerçek uğruna ... sırf yüce Allah’ın yasalaştırdığı bu sosyal düzen uğruna ... sırf O’nun seçtiği bu din uğruna ... sadece bu yolda öldürülenler... Başka herhangi bir yolda, başka herhangi bir yafta altında ya da bu amaca başka bir hedef veya başka bir yafta ortak ederek öldürülenler değil!... Gerek Kur’an, gerek hadisler bu noktayı ısrarla vurgulamaktadır. Ta ki, vicdanlarda en ufak bir şüphe, en zayıf bir kuşku kırıntısı kalmasın, vicdanlarda sadece Allah kalsın diye.”25
Münhasıran mal için, dünyevi çıkarlar için yapılan savaş da Allah yolunda cihad sayılmamakta ve ölen şehid olmamakta, hiçbir sevap kazanamamaktadır. Nitekim Allah Resulü’nün komutası altındaki İslam ordusunda bulunup, karşıdaki küfür ordusu ile savaş sırasında ölenlerin dahi hepsi “şehid” olamamışlardır. Resulullah (s)’ın beyanlarıyla, Medine’deki “hurmalıkları için” ya da “kahraman” desinler diye savaşıp ölenlerin şehid olmadıkları açıklanmıştır.
Laik Kemalist Devlet ve Kurumları Şehidliğin Sebebi Olan Cihadı Suç saymaktadır
Allah (c), cihad etmeyi kendilerine farz kıldığını beyan ettiği müminleri tanımlarken cihadı öne çıkarmaktadır. “Müminler ancak Allah’a ve Resulü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte doğrular ancak onlardır.”26 Allah (c), “Allah yolunda, Allah’ın dinini egemen kılma, Allah’ın kelimesini, Kur’an’ı dünyaya hâkim kılma, Allah’ın ismini yüceltme uğrunda müminlerin, mallarıyla ve canlarıyla yapmaları farz olan mücadeleyi ve savaşı” cihad olarak nitelemiş ve Allah ve Resulü ancak böyle bir cihad sonucu öldürülenlerin “şehid” olacaklarını kesin ve anlaşılır ifadelerle hükme bağlamışlardır.
Laik, Kemalist TC Devleti’nin yargı alanında son sözü söyleme yetkisine haiz kılınan ilah kurumlarından Anayasa Mahkemesi de RP’yi kapatma kararında “cihad” kavramının üzerinde durmuş ve bu kavramı Kur’an’a ve sünnete uygun doğru bir içerikle tanımladıktan sonra, bunun laiklik ilkesine aykırılık teşkil ettiğini ve suç olduğunu vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu kararında cihad tanımı şöyledir:
“Cihad, İslam davası uğruna, şeriat düzenini yeryüzünde tümüyle hâkim kılmak veya bu düzeni savunmak amacıyla yapılan savaştır.”27 “…Şeriat kurallarını egemen kılmaya yönelik bu davranışların, laikliğe aykırılık oluşturduğu kuşkusuzdur.”28
“... Cihad, İslami nizamı hâkim kılmak veya bu nizamı savunmak amacıyla yapılan savaşları ifade etmektedir. Bu tür eyleme olur veren bir söylemin laikliğe aykırı olduğu kuşkusuzdur.”29
Anayasa Mahkemesi’nin bu tanımları ve İslami bir kavram olan “cihad”ın laikliğe aykırılık teşkil ettiği doğrudur. Bizim eleştirdiğimiz nokta şudur: Allah ve Resulü’nün tanımlamasıyla şehidliğe götüren bu (cihad) savaş tanımını mademki reddediyor, laikliğe aykırı buluyorsunuz, hatta suç sayıyorsunuz, o halde sizin sisteminizde “şehidliğe” götürecek savaş yapılamaz ve dolayısıyla “şehid” de meydana gelmez. Neden böyle inandığınız halde, İslam dışı laik sistem uğrunda ölenler için, Allah’ın şeriatını egemen kılmak uğrunda ölenlerin vasfı olan “şehidliği” kullanıyorsunuz? Neden İslam’ı istismar ediyorsunuz? diye sormamız gerekiyor.
Anayasa Mahkemesi’nin TC’nin en üst yargı kurumu olarak ve TC adına verdiği bu bağlayıcı kararına göre, “Allah yolunda, Allah’ın dinini, İslam nizamını hâkim kılma, yüceltme uğrunda yapılacak savaşlar yasaktır, TC’nin sistemine, laiklik ilkesine aykırıdır ve böyle düşüncelerin sahibi olanlar suçludurlar.” Genelkurmay brifinglerinde ve MGK kararlarında ilan edildiği üzere de İslam nizamını hâkim kılmak isteyenler birinci öncelikli tehdit ve düşmandırlar. (Mustafa Kemal de, “Allah ve Peygamber yolundaki savaşın, Türklüğün benliğini yok ettiğini” ifade ederek, bundan sonra artık Türk’ün, dinî his ve cennet uğruna değil, Türk milli hissi uğruna savaşı tercih ettiğine” vurgu yapmış bulunmaktadır.)
Nitekim emrinde savaşılan TSK yönetimi de, gayri İslami laik, Kemalist sistemin en katı savunucusu olarak kendisini tanımlamaktadır. “... Dini esaslara dayalı siyasal İslam düzenini kurmak isteyenleri irticai unsur” olarak nitelendirmekte ve tehdit ilan etmektedir. “... Şeriat esaslarına, İslam’ın hükümlerine dayalı bir rejimin” Türkiye’de kurulmasına karşı olduklarını sürekli açıklamaktadırlar. Şeriat düzenine dayalı İslami tehdidin laik devlet düzenine karşı, ciddi bir tehlike teşkil ettiğini vurgulamaktadırlar. Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş şunları söylemektedir: “Ordunun subay kesimini ayıklıyoruz. Ama er kaynağında dincilik artışı bizi rahatsız ediyor.”30 Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, ordunun subay kesimindeki İslam’ı yaşayan dindarları ayıkladıklarını açıkça itiraf ediyor, ancak er kesimindeki dindarlardan rahatsız olduklarını belirtiyor. Çünkü er kesimindekileri de temizlerlerse, ölüm hattına sürecekleri kimselerden mahrum kalacakları için bu alana müdahale etmiyorlar. Yoksa çaresi son derece basittir. Zorunlu askerliği kaldırırsınız ve böylece de, kendi sisteminiz uğruna zorla ölüme sürdüğünüz “dincilerden” kurtulursunuz. Ancak burada sorulacak soru şudur, “Madem ki İslam şeriatını benimseyip, hayata geçirmekte ısrarlı olan Müslümanlardan bu kadar rahatsızsınız, İslam şeriatını bu kadar büyük bir tehlike olarak görüyorsunuz, bu kadar İslam şeriatı karşıtı bir ordu olarak neden aynı şeriatın ‘şehidlik’ kavramını kullanıp, din istismarı yapıyorsunuz?” TSK’nın karşı olduğunu ve “irtica” olarak niteleyip tehdit olarak gördüğünü ilan ettiği “İslami hükümlere, Kur’an’ın getirdiği şeriata dayalı sistem kurmak için mücadele, ya da böyle bir İslam nizamı varsa bunu savunmak için cihad etmek çabası” ise “şehid” olmanın tek vesilesi olarak Kur’an ve sünnette açıklanmaktadır.
“Şehidliğin” Allah ve Resülü’nce yapılan tanımı neydi? Tam da, ancak Anayasa Mahkemesi’nin yasakladığı, suç saydığı, laikliğe aykırı kabul ettiği, TSK yönetimin “irtica” olarak damgalayıp tehdit ve düşman ilan ettiği, Mustafa Kemal’in de Türklüğün benliğini yok ettiğini iddia ederek reddettiği muhteva içinde kalarak savaşanlar, bu yolda, yani “Allah yolunda, Allah’ın dinini, İslam’ın nizamını yeryüzüne hâkim kılmak ya da böyle bir nizamı savunmak için savaşırken” öldürülenler şehid olabiliyorlar. Sonuç olarak, laik Kemalist devlet ile başta TSK ve Anayasa Mahkemesi olmak üzere egemen kurumları, İslam şeriatını, Allah yolunda cihadı ve bu cihadın sonucu olan şehidliği laikliğe aykırı bulup dışlamaktadırlar. Benim de kanaatim Anayasa Mahkemesi ile aynıdır. İlmi istikamette doğru olanı da budur. Ancak, Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla “cihad”ı laikliğe aykırı bulup, suç sayan laik Kemalist devlet, büyük bir tutarsızlık sergileyerek, sadece cihad sonucunda ulaşılabilen şehidlik payesini kendi asker ve polisleri için kullanmaktan çekinmemektedir. Halbuki, ikisi de İslami, ilahi menşeli kavramlar olan “cihad” ve “şehidlik” aynı bütün içinde sebep ve sonucu oluşturmaktadırlar. Biri olmadan diğeri oluşamaz. Cihad, “Allah yolunda savaşın, mücadelenin” adı iken; şehidlik, “Allah yolunda savaşırken, mücadele ederken öldürülenlerin” vasfıdır. Eğer “cihad” laikliğe aykırı bulunup, yasaklanmış ve suçlanmışsa, (ki Anayasa Mahkemesi’nin kararı bunu açıkça yapmıştır), o zaman cihad sonucu öldürülenlerin vasfı olan “şehidlik” de laikliğe aykırıdır. Bu sebeple de laik devlet tarafından kullanılmamalıdır, kullanılamaz.
O halde, laik Kemalist devletin ve laikliği, Kemalizm’i, dolayısıyla İslam şeriatına karşı olmayı ilke edinmiş ve bu uğurda sonuna kadar savaşacaklarını açıklayan ordu yönetiminin söylem ve eylemlerinin de ortaya koyduğu gibi, ilahi ve İslami bir kavram olan “şehidlik” Allah’ın dinini yüceltme, egemen kılma, İslam’ı hakim kılma ya da savunma savaşında öldürülenlerin vasfıdır. İslam’ı dışlayıp, Kur’an’ı vicdanlara hapsedip, hayattan kovma uğrunda ve laikliği, Kemalizm’i, Batı ülkelerinden ithal edilen ya da laik parlementoda nihâi olarak yapılan beşeri kanunları egemen kılma yolunda savaşanların kullanmamaları gereken bir kavramdır. “Şehidlik” kavramının, İslam’ın belirlediğinin tam tersi bir amaç uğrunda ölenler için kullanılması, hem büyük bir tutarsızlık ve çelişkidir, hem de gerçek anlamda bir din istismarıdır. Üstelik Allah’ın dininin ve ilmi hakikatlerin tahrif edilmesidir. PKK da laik ve ulusalcı olduğu, beşeri bir ideolojiye iman ettiği halde, aynı şekilde diyanet teşkilatı gibi bir dini kuruluş kurarak Allah’ın dinini istismar etmekte ve kendi uğrunda ölenleri için de “şehid” kavramını kullanmaktadır. Nitekim DTP milletvekili Hasip Kaplan ve bu partinin yetkilileri, “Şunu herkes çok iyi bilmeli ki, biz olmasak Güneydoğu’da şeriat öne çıkar. Laikliğin gerçek kalesi bizleriz!.. TSK’nın laiklik söylemi ile bizim laiklik söylemimiz örtüşmektedir. Doğu ve Güneydoğu Bölgesi’nde DTP laiklik konusunda bir sigorta görevi görmektedir. DTP kapatılırsa, etkisizleşirse bölgede dini radikalizm hâkim olur. Bu da TSK’nın en fazla karşı olduğu şeydir” diyerek, TSK ile sadece Kürt sorunu konusunda anlaşamadıklarını, İslâm’a ve laikliğe bakış ve başörtüsü yasağı konusunda tam olarak örtüştüklerini açıkça ifade etmişlerdir. DTP’li Kaplan, “Öcalan’ın da laiklik konusundaki görüşleri bellidir. Bu görüşler, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesiyle ve cari uygulamalarla örtüşmektedir!.. Biz hem laikliğin hem de sosyal devletin teminatıyız!..”31 ifadesini kullanmıştır. Her konuda bildiri yayınlama alışkanlığı olan Genelkurmay ise bu açıklamalara karşı sessiz kalmayı tercih etmiştir. O halde laiklik, ulusalcılık ve İslam şeriatına karşıtlıkta örtüşen iki tarafın da, İslam’a aykırı bu ideolojileri uğrunda ölenleri “şehid” olarak vasıflandırmaları aynı derecede yanlıştır, tam bir din istismarıdır ve kendi ideolojileri adına da tutarsızlıktır.
Sistemin Kurum, Kural ve Kaynaklarına Göre de İslam Şeriatı ile Laik Devlet Karşıt Kutupları Oluşturmaktadırlar
Resmi belgeler ve uygulamalar açıkça ortaya koymaktadır ki, laik Kemalist sistem; anayasası, devleti ve ordusu ile İslam dışı ilke, kural ve ölçüleri benimsemiş ve bu laik, gayri İslami değerleri tüm topluma dayatmıştır. Anayasa’nın 24. maddesinde de; “Kimse devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandıramaz...” hükmüne yer verilerek, İslam dininin, toplumsal hayatın sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki tüm alanlarını düzenlemek üzere vazettiği hükümleri reddedilmiş, hayatın dışına atılmıştır. İslam bu derece devletin ve toplumun hayatından dışlanıp, düşman konumuna oturtulduğu halde, laik devlet Anayasa’nın 24. maddesinde yasakladığı din istismarını da yine en çok kendisi yapmaktan çekinmemiştir.
İslam ile laik, Kemalist sistemin bağdaşması, uzlaşması mümkün değildir. Zaten sistemin kurumları ve 80 yıllık süreçte yöneticileri, Anayasa Mahkemesi ve sistemin silahlı bekçisi olan silahlı bürokrasisi de bu hususu gizlememekte, açıkça ifade etmektedirler. Bu sistemi benimseyenlerin, İslam şeriatını, Allah’ın vahyini, hükümlerini reddettikleri ya da en azından, Kur’an’ın hayatı düzenleyen kurallarını dışladıkları son derece açık olarak ortada duran, ilmi bir gerçekliktir. O halde, laik Kemalist sistemi korumak, sürdürmek, yaşatmak, yüceltmek uğrunda yapılan mücadeleler, aslında İslam’ı hayattan kovmak için yapılan mücadeleler anlamı taşımaktadır. Bireysel ve toplumsal hayatı, ekonomik, sosyal, siyasi, hukuki düzeni, insan aklının ürettiği İslam dışı beşeri kurallara dayandırmak ve bu alanları düzenlemek üzere Allah’ın Kur’an'da vahyettiği hükümlerini ise dışlamak ve Allah'a isyan etmek için yapılan mücadeleler anlamına gelmektedir.
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde insan hayatını düzenleyen hükümler, naslar vazettikten sonra, insanların, indirdiği bu ayetlerle hükmetmelerini, sadece Allah’ın hükmüne uymalarını, bunlar dışına çıkarak insan aklının ürünü, hevanın arzu ve isteklerinin ürünü kural ve ilkeleri benimsememelerini, onlara uymamalarını da emretmiş bulunmaktadır. “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma, Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et...”32 Yani Allah’ın hükümlerinin bir kısmından dahi vazgeçmek, İslam’dan çıkmak için yeterlidir. “Sonra seni de emirden bir şeriat (ve düzen) sahibi kıldık. O halde sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.”33 Allah, insanlara, kendi emrinden bir şeriat gönderdiğini, sadece ona uymalarını, Allah’ın şeriatını bırakıp da, insanların hevalarına, yani beşeri akıl ve iradenin Allah’ın hükümlerine aykırı olarak ürettiği kanun, kural, ilke ve modellere tabi olmamalarını emretmektedir. “Deki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hepsi alemlerin Rabbi Allah içindir.”34 Müminin her şeyi, doğum ve ölümü arasındaki hayatının hepsi Allah içindir, Allah’ın hükmüne tabi olmak zorundadır. “Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun, sizi (Allah’ın) yolundan uzaklaştıracak başka yollara uymayın...”35 Müminler sadece Allah’ın şeriatına, O’nun yoluna uymak, İslam şeriatından uzaklaştıracak diğer yollara, beşeri ideolojilere, kanunlara, modellere uymamak mecburiyetindedirler. Mümin insan, sadece Allah’ın indirdiği hükümlere tabi olacak, O’nun hükümlerinin oluşturduğu şeriatının, doğru yolunun dışında kalan hiçbir yola uymayacak, onları benimsemeyecektir.
Hem resmi devlet matbaalarında Diyanet tarafından basılan Kur’an, hem de sistemin kendi yayını olan Adalet ve Milli Eğitim Bakanlıkları tarafından basılan çeşitli kaynaklar36 (Türk ve İslam Ansiklopedileri vb) İslam ve İslam şeriatı tanımında oldukça birbirine yakın muhtevalar ortaya koymakta ve böylece de İslam’ın laik, ulusalcı, Atatürkçü, demokrat sistemlerle bağdaşmayacağını, bu sebeple yapılan “devrimlerle” İslam hukukunun/şeriatının yürürlükten kaldırılarak laik Avrupa hukukunun yürürlüğe konulduğunu açıklamış bulunmaktadırlar. İslam’ın nasıl kapsayıcı, dünya hayatının bireysel ve toplumsal tüm alanlarını kuşatan ekonomik, sosyal, siyasi, hukuki her konuda hükümler vazetmiş olduğu, laik, Atatürkçü kurum ve şahıslarca da kabul edilmektedir. Ancak artık bu çağda dinin dünyaya ilişkin hükümlerinin kabul edilemeyeceği, toplumsal düzeni sağlamada bu ayetlerin bugün de geçerliliğinin düşünülemeyeceği ifade edilerek reddedilmektedir.
Kemalist ordunun en üst mevkiini işgal eden eski Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren’de İslam hukukunun ve bu hukukun temel kurallarını vazeden Kur’an hükümlerinin bugün geçerli olmadığını şu ifadelerle ortaya koymuştur: “1300 sene, 1400 sene evvelki kaidelerle artık bu zamanın milletleri idare edilemez.”37 TC Devleti’nin en üst mevkiinde oturan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de Köşk’ten yapılan canlı yayında, açıkça Kur’an’da yer alan hüküm ayetlerinin bu çağda geçerli olamayacağını, TC Devleti adına ve resmen açıklayarak, bu çağda ancak insan üretimi pozitif hukuk kurallarının esas alınması gerektiğini ifade etmiştir. Görüldüğü üzere, başta TSK olmak üzere, TC Devleti bütün kurumları ile İslam dışına çıkmayı esas almış ve Mustafa Kemal’den bu yana bütün Kemalist kadrolar, İslam Hukukunu (şeriatını) reddeden ve artık bugün geçerli olamayacak geri kurallar olduğunu iddia eden bir konumu benimsemiş ve üstelik bu tercihlerini bütün ülke insanına dayatan bir zulmü işlemişlerdir. Rabbimiz ise Kur’an’da: “Yoksa siz kitabın bir kısmına iman edip bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?”38 sorusunu yönelterek, kitabın bir kısmını uygulayıp bir kısmını uygulamayanların, bir kısmına inanıp bir kısmına iman etmeme noktasında olduklarını bildirmekte ve böyle yapanların cezasının, dünyada rezil, rüsvay olmak, ahirette de azabın en şiddetlisine atılmak olacağının uyarısını yapmaktadır. Dolayısıyla, hayat nizamımızın bütün alanlarını düzenleyen hükümler ihtiva eden Kitab’a bir bütün olarak iman edip bir bütün olarak tabi olunması gerektiğini, böyle yapmayanların ise iman dairesi dışına çıkacakları, yine bizzat Kur’an tarafından bildirilmiş bulunmaktadır.
Sorun: Baskı, Zulüm, Tutarsızlık, İkiyüzlülük ve İstismardır
Hiç şüphesiz, laik Kemalist devletin, yönetici kadrolarının ve laik Kemalist ordu yöneticilerinin, İslam’a aykırı olan inançları, hatta İslam’a göre bir toplumsal düzene, Kur’an’ın hükümlerinin toplumsal hayatta uygulanmasına karşı olan tercihleri ve düşmanlıkları kendilerini ilgilendirir. Onları da yaratmış olan Allah da bu özgürlüğü kendilerine tanımış bulunmaktadır. “Dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin”39, “Dinde zorlama yoktur”40 ayetleriyle, herkesin imtihandan geçirildiği bu dünya hayatında, Allah insanlara “hak” ile “batıl”dan dilediğini tercih etme özgürlüğünü tanımıştır.41
Bizim üzerinde durduğumuz ve sorun olan birinci husus, onların kendi tercihlerini bizim de içinde bulunduğumuz tüm topluma, hem de şiddet ve baskı ile dayatmaları, dinimizi ve bizi denetim ve tehdit altında tutmaları ve üstelik laik Kemalistlerin, bizim dinimizin içeriğini bile belirlemeye kalkışmalarıdır. İkinci rahatsızlık sebebi ise, bizim, dinimiz İslam’ın kural ve ölçülerini samimiyetle benimseyip, hayatımızda uygulama arzumuzu, “dini istismar” olarak niteleyerek, cezalandırmaya kalkışmaları, buna rağmen de, utanmadan gerçek din istismarını kendilerinin yapmalarıdır. Laikliği ve Kemalizm’i benimseyip, onun ilkelerini hayata geçirmek istedikleri ve bu tercihlerini tüm topluma da dayatıp zulmettikleri, İslam’ın en küçük bir şekilde hayata yansımasına bile tahammül edemeyip “irtica” diye damgaladıkları halde, “şehidlik” gibi İslami bir kavramı ısrarla kullanarak, gerçekten din istismarı yapan kendilerinin, üstelik bu çelişkilerini de görmezden gelmeleridir. Bizim dinimizi tahrif etmeye ve çirkin bir ikiyüzlülükle istismara kalkışmalarıdır.
Laik Kemalist devlet, kendisini o kadar İslam karşıtı bir konuma oturtmuştur ki, Allah’ın hükmüne uymak anlamında, bireysel bir ibadet olan başörtüsü bağlamayı dahi laik devleti yıkmaya teşebbüs sayarak, başörtüsü zulmünü protesto edenleri idamla yargılayabilmiştir. Gerek İslam’ın hükümleri, gerekse laik Kemalist sistem önder ve kadrolarının açıklamaları göstermektedir ki, İslam ile laik Kemalist devlet ve ideolojisi birbirine zıt tarafları oluşturmaktadır. Laik Kemalist devletin sahibi konumundaki oligarşi, İslam karşısında nötr bir noktada bile kalmayıp, açıkça düşman konumunu seçmiş ve kuruluşundan beri de İslam şeriatına ve İslam’ın hayata hakim kılınmasına karşı açtığı “topyekün” bir savaşı sürdürmektedir. Laik Kemalist sistem madem böylesine İslam düşmanı bir modeli benimsemiştir, o halde kendi tercihiyle tutarlı olmalı, reddettiği dini istismar etmemeli, dürüst olmalıdır. Bu bağlamda, İslam uğrunda, Allah yolunda savaşırken ölen ya da öldürülenlerin vasfı olarak belirlenmiş, İslam’a ait bir kavram olan şehidliği, İslam karşıtı sistem olan laiklik ve Kemalizm uğrunda ölenlerin vasfı olarak kullanmamalıdır. Bu büyük istismarı artık terk etmelidir. Vahyi ve İslam şeriatını reddederek kendi yasalarını seküler aklı ile üretmeyi esas aldığı gibi, asgari tutarlılık gereği olarak kendi kavramlarını da kendisi üreterek İslami kavramları istismar etme ikiyüzlülüğünü bırakmalı, halkı Allah ile aldatmaktan vazgeçmelidir.
Eğer yapılan, halkı aldatma amacı güden bir din istismarı değilse ve gerçekten laik Kemalist sistemin egemenliği uğrunda ölenlerin şehid olup cennete gideceğine samimi olarak inanıyorlarsa, neden egemen oligarşiyi teşkil eden generallerin, yüksek yargı organı bürokratlarının, üniversite rektörlerinin, TÜSİAD’cı büyük sermayedarların ve emirlerindeki darbeci medyatör gazetecilerin hiç birisinin cephede ölen çocuğu yoktur? Neden bütün ölen çocuklar, genelde başörtülü, sakallı fakir halkın çocuklarıdır? Koç, Sabancı, Doğan vb’nin fakir halkın kaynaklarının haksız transferiyle oluşmuş servetlerini ve egemen oligarşinin iktidar ve rantını koruma görevi, neden sömürülen fakir halkın çocuklarına gördürülür?
Vatanları İçin Savaşırken Ölen ABD ve Yunanistan Askerleri de Şehid Sayılır mı?
Hanımı Allah’ın emrettiği başörtüsünü bağlayan mensuplarını bile ordudan atacak kadar, başörtülü asker ve subay yakınlarını askeri garnizonlara, hatta lojmanlara bile sokmayacak derecede düşmanca tavırlarla, İslam’ın hayata yansımasına tahammülsüzlük gösteren TSK yönetimi, neden, büyük bir tutarsızlıkla yine İslami olan, İslam’a ait olan “şehidlik” kavramını bu kadar rahat kullanabiliyor? Neden, laik devletin ordusuna tahsis ettiği kamu alanlarında “şehid madalya törenleri” düzenleyerek ilahi bir kavramı bu alanlara taşıyor? Normal zamanda askeri alanlara sokmadığı başörtülü hanımları hatta çarşaflıları bile, sözüm ona “şehidlik madalyası dağıtım törenlerinde” neden başköşeye oturtuyor? Allah’ın örtünme emrini yerine getirdikleri için, başörtülü öğrencileri üniversitelere, İHL’lere sokmak istemeyen güç de aynı laik Kemalist devlet ve silahlı güçleri değil mi? İHL’lerde okuyan yavrularımızı, üniversite kapılarında okuma hakkı için bekleyen kızlarımızı, acımasızca coplayanlar, anneleri ve babaları ile birlikte sokaklarda sürükleyenler aynı güçler değil mi?
Mesela Bursa İHL’de Allah’ın Kur’an’da yer alan örtünme emrini yerine getirmek istediği için, polis tarafından coplanan ve kovalanan kızlarımızdan birisi üzüntülü olarak evine dönerken bir arabanın altında kalmış ve bir ayağını kaybetmişti. Böyle olmasa idi de hem o kızımız hem de onu copla kovalayan polis aynı arabanın çarpması ile ölseydiler, bunlar nasıl nitelendirilecekti? Hiç şüphesiz laik Kemalist devlet ve payanda medyası, polisi “şehid” ilan ederken, kızımızı, “laik devlete karşı gelen bir terörist ya da isyankâr öldü” diye haber yapacaklardı. Bir başka örneği Malatya’dan verelim. Başörtüsü yasağı yüzünden üniversiteye sokulmayan kızlarımız ve aileleri, yakınları doğal bir protesto gösterisi ile son derece masum ve haklı tepkilerini ve özgürlük taleplerini meydanlara taşıyınca, askeri birliklerce kuşatılıp, polislerin cop ve panzerlerinin saldırısına maruz kaldılar. Bu saldırı ve kaos ortamında örneğin polisin acımasızca vurup kafalarını yardığı Müslümanlardan biri beyin kanaması geçirip öldürülmüş olsaydı ve aynı kargaşa içinde bir polis yahut jandarma da sendeleyip düşse ve kafasını kaldırıma çarpıp ölseydi. Dürüstçe doğruyu söyleyecek olursak, Allah’ın ayetini savunurken, Allah yolunda masum ve haklı bir adalet ve tevhid mücadelesi verirken öldürülen kızımız, devlete karşı geldiği için öldürülmüş birisi olarak takdim edilecek, Allah’ın ayetini, başörtüsünü yok etmek, yasaklamak ve mazlum başörtülüleri coplamak, dövmek mücadelesi verirken ölen polis yahut jandarma ise “şehid” ilan edilecekti.
Bir nebze aklı ve insafı olan objektif olarak söylesin. Bu nitelendirme doğru mudur? Bu polis ya da jandarma, laik devletin İslam karşıtı kurallarını ya da hevayı ilahlaştıran keyfi yasak kararlarını uygulayıp, Allah’ın şeriatına karşı savaşırken, hem de zulmü ile bir Müslüman’ın da ölümüne sebep olarak ölmüş olacaktı. Kızımız ise, hiç kimseye zulmetmeden, sadece Allah’ın şeriatını hiç olmazsa bireysel hayatında yaşamak için tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesi verirken, Allah yolunda öldürülmüş olacaktı. Aklını yitirmemiş, düşünme ve akletme kabiliyetini bir nebze de olsa muhafaza edebilen ve vicdanı tamamen körelmemiş olan herkes teslim edecektir ki, gerçek anlamda, İslami anlamda “şehid”, İHL’li ya da üniversiteli başörtülü kızdır. Diğeri ise, onun “şehadetine” sebep olmuş, laiklik uğrunda mücadele veren silahlı güçtür. Aynı örnek TSK açısından tekrarlandığında da sonuç değişmeyecektir. Bu örnekler çerçevesinde mesele düşünüldüğünde, Allah’ın hükmünün hayata hâkim olmasını engellemeye çalışanların ve Allah’ın şeriatını savunanları birinci öncelikli tehdit ilan edenlerin değil, ancak Allah yolunda, Allah’ın hükümlerini bireysel ve toplumsal hayata hâkim kılmak için mücadele ederken ölenlerin ya da öldürülenlerin “şehid” olabileceği çok daha net bir biçimde anlaşılacaktır.
Laik sistemler uğrunda ölenlerin “şehid” olduğuna inananlara bir çarpıcı örneği de şöyle verebiliriz: Eğer laik TC uğrunda ölen “şehid” ise, laik Yunanistan ya da laik ABD uğrunda “vatanlarını savunurken” ölenin de “şehid” olması gerekmez mi? Üstelik bu iki ülkede de zorla askere götürülen Müslümanlar da var. Nitekim, Irak’ın mazlum Müslüman halkına bomba yağdırmak için Körfez’e gelen ABD askerleri arasında, savaş sırasında bile beş vakit namazını kılan “Müslüman” (!) askerlerin bulunduğu basında yer almıştı. Bu askerlerin, ABD savaş gemisinde namaz kılarken çekilen fotoğrafları da yayınlanmıştı. Üstelik ABD ordusu TC ordusuna nazaran, en azından insan hakları adına, İslam’a ve Müslüman askerlere daha sıcak davranmakta, namaz kılan ya da eşi başörtülü olan subayları “mürteci” diye damgalayıp Amerikan ordusundan atmamaktadır. ABD ve Yunanistan’da Müslümanlar Türkiye’ye göre görece daha özgür, hiç değilse başörtüsü yasağına muhatap değiller. Bu ülkelerde camiler laik devletin tekelinde olmadığı gibi, İslam’ın içeriği de laik devlet tarafından belirlenmemekte, camilerde laik devlet İslam adına kendi politikalarıyla uyumlu resmi bir dini de dayatmamaktadır. Şimdi mazlum Müslüman halkları ABD emperyalizmi adına bombalayan savaş gemisinde namaz kılan asker ölürse “şehid” mi sayılacaktır? Ya da Amerika ve Yunanistan gibi laik ülkeler bir dış saldırıya muhatap olduğunda, oralarda bulunan insanlar, hatta “Müslümanlar” ABD ve Yunanistan orduları içinde görev alıp vatan savunması adına ölürlerse şehid sayılırlar mı? Allah’ın, adaleti ve tevhidi ikame etmek için yeryüzünde halife kıldığı insanlar, Allah’ın hükümlerini yeryüzüne egemen kılma misyonlarına ihanet ederek, hevanın, laikliğin, beşeri ideolojilerin, emperyalizmin, adaletsizliğin egemenliği uğrunda ölürlerse “şehid” olabilirler mi? Şurası iyi bilinmelidir ki, laik TC sistemi uğrunda ölenleri “şehid” sayanlar (ki bu ilmen mümkün değildir), aynı şekilde laik diğer tüm sistem ve devletler uğrunda ölenleri de “şehid” saymak durumunda kalırlar ki, bu da mümkün değildir.
Zorunlu Askerlik ya da Geçimini Temin Amaçlı Güvenlik Görevlerindeki Müslümanların Durumu Nedir?
Sonuç olarak ifade edebiliriz ki, İslam zaviyesinden, sonuçta cennete müstahak olmak bakımından mücerred vatan savunuculuğu yeterli değildir ve böyle bir savaşta ölüm de “şehidlik” sayılmaz. Önemli ve anlamlı olan, savunulan vatanda hangi değerler sisteminin hâkim olduğu ve vatanın hangi değerler sisteminin şiarlarıyla, ölçüleriyle savunulduğudur. Ancak İslam’ın hâkim olduğu ve insanların Allah’ın hükümleriyle adaletle yönetildiği bir vatanın, Allah rızası için ve Allah’ın hükümlerinin hâkimiyetinin devamını sağlamak üzere savunulması sürecinde gerçekleşen ölüm “Allah yolunda can feda etme” anlamını kazanabilecek, “şehidlik” de ancak bu muhtevada bir mücadele sonucunda gerçekleşebilecektir.
Müslüman, iradesi üzerinde tağuti bir iradenin hâkimiyet ve yönetimi olmadan, İslami irade ve şiarların belirleyiciliğinde Allah için savaşırken ölürse, ancak o zaman “şehid” olabilir. Egemen laik ulusalcı sistemler ya da ulusalcı laik örgütler ve ideolojileri adına savaşıp ölenlerin de çoğu aldatılmış ya da zorla cepheye sürülmüş mazlum gençlerdir. Bu tür sistem ve örgütleri ve gayri İslami ideolojilerini benimseyerek ölenler de, onların, batıl davaları uğruna can feda eden kahramanları olarak nitelenseler de, reddettikleri ilahi sistemin kavramı olan “şehid”likke nitelenemezler, zaten inandıkları ideolojileri adına asgari tutarlılık da bunu gerektirir. Bir kimse, gönüllü ve benimseyerek değil de, tağuti iradenin zorlayıcı tahakkümü ve baskısı altında, tağuti sistem ya da örgüt adına yapılan savaşta imanını koruyarak ölürse, yine şehid olmaz, ama mazlum bir mü’min olarak ölmüş olur. Ancak zorunlu askerlik görevi ya da geçimini temin etmek üzere bulunulan diğer güvenlik hizmetlerinde, şehidlik mümkün değilse de, böyle mü’mince bir ölümle muhatap olabilmek için dahi, bu görevlilerin tevhidi imanlarını korumaları, yaşamı boyunca vahye uygun bir hayat yaşayarak hayattayken “şahid”/“şehid” olmuş olmaları, mustaz’af insanlara egemenler ya da resmi ideoloji adına zulmetmeyen, adaleti gözeten, zayıfları ve haklıları koruyan konumlarda bulunmaları, egemen sistem ve gayri İslami ideolojisini güçlendirme ve hâkim kılma çabası ve arzusu içinde olmamaları, yani dayatılan rolleri içselleştirmemiş, benimsememiş olmaları gerektiğini düşünüyorum. Hatta bir dış saldırı olduğunda bile, mü’minler, İslam düşmanı yerli tağuti otoriteler adına ve onların ideolojilerinin egemenliğini korumak için değil, kendi İslami inisiyatifleriyle, İslami irade ve yönetimlerin yönlendiriciliğinde, İslami ilke ve şiarların bayraktarlığında bağımsız bir mücadeleyle, İslam’ın hâkim olmasını hedefledikleri vatanlarını, ailelerini, canlarını, namuslarını korumak üzere ve Allah rızası için savaşırken ölürlerse inşallah şehid olurlar kanaatindeyim. Tıpkı Filistin’de, ulusalcı ve laik FKÖ devleti dışında bağımsız İslami otorite olan HAMAS ve İslami Cihad gibi yapılar içinde örgütlenerek işgalci güce karşı savaşan mü’minlerin bu mücadele sürecinde ölmeleri halinde “şehid” olarak vasıflandırmayı hak ettikleri gibi.
Konuyla ilgili kimi yorumlar ve sorular üzerine ifade etmek isterim ki, böyle İslami yapılar içinde ve mü’minlerin saflarında yer alarak sürdürülen İslami mücadele sürecinde, İslam düşmanı otoritelere ve işgalci emperyalistlere karşı cihad ederken öldürülenlere zahiren, bulundukları konum, bağlı olduklarını ortaya koydukları İslami şiarlar, içinde yer aldıkları İslami mücadele dikkate alınarak hüsnü zanla “şehid” demek sorumluluğumuz vardır. Yoksa, her bir kişinin kalbini yararak ne konumda olduğunu bilmemiz tabii ki mümkün değildir. Herkes için geçerli olan ilke aynıdır. Bir mü’minin veya yakından tanımadığımız bir kimsenin nasıl bir yapının içinde yer aldığına, bu yapının kimin adına ve ne uğruna savaştığına, bu kişinin savaşta hangi safta yer aldığına, içinde yer aldığı yapının hangi ilke ve düşünceleri savunduğuna, savaşında neyi koruduğuna, neyi amaçladığına ve bu savaşla neyi hâkim kılmaya çalıştığına dair zahiri durumunun vahyin ölçülerinde tekabül ettiği anlam, onun bu savaşta öldüğü zaman nasıl nitelendirilmesi gerektiğine dair kanaatimizi oluşturacaktır. Herkesin Allah katındaki gerçek konumunu ise, ancak kalplerdekinden haberdar olan bilir. Biz ise, Allah’ın vahyinin ölçüleriyle, insanların sadece zahiri durumuna uygun olanı tespit ve ifade edip, bu hale göre nitelendirerek, bu tespite göre amel ederiz, sorumluluğumuz da budur. Eğer kişilerin zahiri durumu kalplerindekini yansıtmışsa isabet kaydederiz, değilse zahire göre hükmetmekten kaynaklanan tespitlerimizden ve buna uygun amellerimizden dolayı mazur sayılırız.
Dipnotlar:
1- Tevbe Suresi, 111.
2- Nisa Suresi, 59.
3- Alak Suresi, 96/19.
4- Kalem Suresi, 68/8-9.
5- Şuara Suresi, 26/150-152.
6- Âraf Suresi, 54.
7- Casiye Suresi, 18.
8- Maide Suresi, 49.
9- Furkan Suresi, 25/52.
10- Bakara Suresi, 2/256.
11- Zümer Suresi, 39/17.
12- Nahl Suresi, 16/36.
13- Saf Suresi, 4.
14- Al-i İmran Suresi, 142.
15- Saf Suresi, 10-13.
16- Bakara Suresi 154.
17- Al-i İmran Suresi, 169.
18- Muhammed Suresi, 4-6.
19- Fethu’l-Mübdi, c. 2, s. 240.
20- Fethul-Mübdi, c. 2, s. 66.
21- Ebu Davud, Buhari, Müslim, İmam Malik.
22- Müslim, Imare: 53,57; Ebû Davud, Edeb: 112; IbniMâce, Rten: 7
23- Hakim, Müstedrek, 4/298
24- İbni Mace, Müslim
25- Seyyid Kutub, Fizil al’il Kur’an, Dünya Yay., c. 1, s. 220.
26- Hucurat Suresi, 15.
27- Anayasa Mahkemesi, 1998/1 sayılı 16.1.1998 günlü kararı, 22.02.1998 günlü kararı, 22.02.1998 tarih, 23266 sayılı R.G., s. 266.
28- Anayasa Mahkemesi kararı, aynı Resmi Gazete, s. 266-267.
29- Anayasa Mahkemesi, 1998/1 sayılı 16.01.1998 günlü kararı, 22.02.1998 günlü kararı, 22.02.1998 tarih, 23266 sayılı R.G., s. 274.
30- Ahmet Taşgetiren’in makalesi, Yeni Şafak Gazetesi, 23 Mart 1996
31- http://www.haber5.com/haber.php?haber_id=298947
32- Maide Suresi, 49.
33- Casiye Suresi, 18.
34- Enam Suresi, 162.
35- Enam Suresi, 153.
36- Türk Ansiklopedisi, c. XX, MEB Yay., Ankara: 1972, s. 270-271., İslam Ansiklopedisi, c. XI, MEB Yay., İstanbul: s. 429-431., Eğitim İşleri Genel Müdürlüğü, Atatürk ve Adalet Reformu, Adalet Bakanlığı Yay., Ankara: 1981, s. 56.
37- Kenan Evren, Devlet Başkanı Org. Kenan Evren’in 12 Eylül 1980’den Sonra Yaptığı Konuşmalar, Konya Konuşması, 15 Ocak 1981, s. 114.
38- Bakara Suresi, 85.
39- Kehf Suresi, 29.
40- Bakara Suresi, 256.
41- Ahzap Suresi, 72.
YAZIYA YORUM KAT