Vahyin Kapıları Açılınca...
Haftanın tam ortasındayız. Okul başlayalı daha üç gün olmuştu. Ben artık lise iki öğrencisi, ömründen bir yıl daha katetmiş bir kızdm. Seçtiğimiz bölüme göre değişmiş derslerimizle baş başaydık. Bazı derslerimiz gitmiş yerine farklı dersler getirilmişti. Elime aldığım günden beridir belki ismine defalarca baktığım Milli Güvenlik Bilgisi dersi bugündü. Nasıl olacağına dair az çok bilgim olsa da çok heyecanlı ve meraklıydım. Bu anlamadığım derse girmeden önce zil çaldı ve meraklı bekleyiş sona doğru çoğaldı. Kapıdan içeri üniformalı bir astsubay girdi. “Günaydın!” dedi gür bir sesle. Yabancı gözlerle onu izliyorduk. Kurallarını anlatmaya başlamıştı. Bunu yaparken istemediğimiz bir işi yaptıracağı için bizlere temkinli adımlarla yaklaşıyor, kibarlığı bedenindeki sertliği üzerinde eğreti duruyordu. İlk iş olarak “Şu başınızdaki örtüyü istemiyorum!” dedi gergin suratına yansıyan kendini beğenmiş tavrıyla. Sınıftan çıkan itiraz sesleri sadece imanındaki zayıflığı güçlendiriyor, küfrünü artırıyor ve sözleri ağırlaşıyordu. Bu gergin havada ders çabuk geçti.
İkinci dersimiz akan zaman içerisinde hızla geldi. Bir hafta boyunca bu derse dair hiçbir şey konuşmamıştık. Sadece peruklar yavaş yavaş evlere girmiş ve kullanılmayı bekliyordu. Bugün uygun gündü onlar için. Sıranın üzerine oturmuş, kararsız bir şekilde konuşuyorduk birkaç kızla. Derse girmek mi eylemliliktir ve daha iyi bir yankı uyandırır; yoksa sessizliğimizle mi bu diktatör zihniyetin yansımalarını boşluğa itebilirdik? Biz bu hararetli konuşmanın içindeyken zil çalmış ve duymamıştık bile. Etrafıma baktığımda, kıl topuna benzeyen çirkin peruklar şekle girmiş, bonelerin üstünde yerlerini almışlardı usulca. Korunmak için taktıkları peruklar onlar için süs olmuştu adeta. Çoğu da kendi saçını açmış ve alınlarındaki bone izi, boyunlarındaki fularlarla hocayı bekliyorlardı. Bu manzara karşısında burun direklerim sızladı, hüznüme mani olamadım. Her şeye rağmen biz kapalı girmeliydik bu derse. Sakince beklemeye başladık, itidalli olacaktık ders içinde.
Derse girdiğinde direkt gözleri bize takıldı. “Daha hazırlığınızı yapmamışsınız bakıyorum da!” dedi dilinin ucuyla bize hitaben. Sınıfa “Günaydın!'” dedi yine gürce. Neredeyse “Asker sıraya gir!” diyecek, yerini karıştırarak kışlada olduğunu düşünecekti biz öğrencilerin karşısında. Oturduk. Sözünü dikkate almadığımızı sezince “Siz hazırlık yapmayacak mısınız?” diye yineledi. Cevap veren bir arkadaşımız “Biz derse özgürlüklerimiz kapsamında böyle katılmak istiyoruz hocam!” dedi. Hoca ona doğru diktiği sert bakışlarıyla “Herkes yönetmelikteki kılık kıyafete uyacak, böyle diklik yapmayın. Sen de otur yerine ve hazırlığını yap!” dedi, arkadaşımıza. Diğer bir arkadaşımız da “O halde siz de ya bu kıyafetinizle kışlanıza gidin ya da diğer öğretmenlerimiz gibi giyinin!” dedi kurnazca. Sessizlik hâkim oldu o anda sınıfımıza. Hoca bu sefer din profesörlelerini aratmaz bir şekilde konuya girdi. “Ben de Kur'an okuyorum ama anlamadığım şu: Siz bu şekli nereden çıkarıyorsunuz? Böyle bir ifade yok ki Kur'an'da! Benim annem de kardeşim de örtülü ama bu boneydi, iğneydi falan onları nereden çıkardıysanız, onları kullanmıyorlar.” Bunun üzerine kalktım elimle “örtü şeklini bulamadığım” dediği Kur'an'la sınıfa seslenerek Nur Suresi'nin 31. ayeti okumaya başladım:
“Mü'min kadınlara da söyle: 'Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç. Başörtülerini yakalarının üstüne (kapatacak şekilde) koysunlar. Süslerini, kendi kocalarından, oğullarından ya da kendi kardeşlerinden ya da kardeşlerinin oğullarından ya da kocalarının oğullarından ya da kızkardeşlerinin oğullarından ya da kendi kadınlarından ya da sağ ellerinin altında bulunanlardan ya da kadına ihitiyacı olmadan (arzusuz veya iktidarsız) hizmetçilerinden ya da kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hep birlikte Allah'a tevbe edin ey mü'minler, umulur ki felah bulursunuz.”
Sınıfta çoğu arkadaşımızın gözleri dolmuştu. Allah'ın sözü yüreklerine kadar işlemişti. Ne de olsa Allah bize şah damarımızdan daha yakındı! Hoca bu okunan ayeti sanki duymamış gibiydi: “Kurallar, yasalar var uymamız gereken değil mi? Şimdi hemen derse uygun şekilde girmenizi istirham ediyorum sizden...” Sesi kademe kademe artıyor, azarlar nitelikteki sözleri beynimde çınlıyordu. Daha iradeli olmam gerektiğini düşünürken aklıma “yasalarımız” geldi, bu ülkenin tanrılaşan yasaları... “1982 Anayasası” dedim yerimden seslice “10. Madde siz de bilirsiniz değil mi hocam?! Herkes dil, din, ırk, renk ve benzer sebepler gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir... Evet hocam ben buradaki yasaya göre eşitlik ölçütleri içinde, inanç özgürlüğü bağlamında başörtümle derse girebileceğime inanıyorum!” O an sınıfta bir hareketlenme oldu. Herkes, ne kadar kolay yıkıldığını düşünüyor; “Biz mü'minler gevşememeliydik, korkmamalıydık, inancımızın nişanesi başörtülerimizle bu derse girebilmeliydik. Arkadaşlarımızın yanında olmalıydık!” diye içinden geçiriyor olmalıydı. Pişmanlık duyuyorlar ve kafalarını ellerinin arasına alıp saklamaya çalışıyorlardı. Arkama doğru baktığımda halen bazılarının bone izleri alınlarındaydı. Artık arkadaşlarla hep bir ağızdan savunma yapıyorduk. Sınıfı susturmaya çalışan hocanın, cevap veremediği sorular karşısında hiddeti gittikçe artıyordu. Bir arkadaşımız şöyle dedi: “Hocam, biz dersi kulaklarımızla dinliyor; örtümüzle de algılarımızı değil, başımızı örtüyoruz. Bu size neden engel oluyor ki?!” Hoca artık güç yetiremediği sınıf karşısında ses tonunu yükselterek “Siz gerici kızlar, işte bu kadar çağdaşlığın ötesindesiniz! Siyah eşarplarınzla şimdi hemen sessizce sınıfı terk edin! Daha fazla pürüz çıkarıp, arkadaşlarınızın da akılını karıştırmadan önce!” dedi.
Arkadaşımız son kez ayağa kalktı ve sınıftakileri Allah'ın sözleriyle başbaşa bırakmak istercesine şu ayeti okudu: “Ey peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına dış elbiselerini üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Ahzâb, 59.) Ve ekledi: “Allah'ın kanunları kıyamet gününe kadar kesindir ve yolundan ayrılanlar için acı bir azap vardır. Yakıtı insan olan ateş...” Sözünü kesen hoca bizlerin üzerine yürüyerek “Sınıfı terk edin hemen!” dedi. Arkadaşımız: “Kalmıyoruz zaten hocam!”
Son duydukları kulaklarında çınlayan kızların çoğu sessizce kalkıp yanaklarından akan yaşlarla birlikte arkadaşlarına katıldı. Peruklarının üzerine örtülerini dolayıp sınıftan kendilerini attılar. Kızlar böylelikle biraz olsun yankı uyandırdıklarını düşünmüşlerdi. Sınıfta belki on, belki on beş kişi kalmıştı ancak. Çoğu örtülerini nasıl da kolay çıkarttıklarını düşünerek gözyaşı içerisinde kalmış; pişmanlık duyuyorlardı. Bir kısmı okulun mescidine giderek gözyaşı ile secdeye kapanmış, bir kısmı da oturmuş oldukları bankta durmaksızın gözyaşları içinde meal okuyorlardı. Islattıkları halılar ve meal sayfaları Allah'ın bağışlayan olduğunu onlara hatırlatıyor ve imani güçleri yüreklerinde çoğalmaya devam ediyordu. Şimdi herkes eve dönüş yolculuğundaydı. Bugünden geriye hâlâ damla damla akmakta olan gözyaşları kalmıştı. Belki şimdilik iyilik bu kadar çabuk anlaşılmış ve kötülükten uzaklaşılmıştı. Ama sonraki derslerde ne olacaktı? Güneş yeni umutlar ve imani coşkuyla yeniden ufuktan doğacak mıydı?
(Eyüp İmam Hatip Lisesi 2. Sınıf Öğrencisi)
Not: Bu Hikaye Özgür Çocuk Kulubü tarafından düzenlenen Emr'i Bil-Maruf ve Nehy'i Ani'l–Münker konulu yarışmada birinci olmuştur.
YAZIYA YORUM KAT