Vahyi Ölçülere Göre İdeal Politika – Reel Politika
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra içine düştüğümüz dram ve çaresizlik açıktır. Coğrafyamızı ciddi anlamda kadastroya tabi tutup, politik çıkarlara göre ulusal devletlere bölmüşlerdi. Ulusal sınırlar içinde her birimiz tutsak konuma düşürülmüştük. Hayatın bütünü içinde inancımızı şahitleştirmenin yasak olduğu bu açık hava cezaevlerinin artık numaralanmış üyeleriydik. Onlar için ilahi kadim bir geleneğin özneleri değil, tüketim kültürünün istatistiki sayılarıydık.
Allah’a, Rasulullah’a ve Kur’an’a iman edenlerimiz, tabii ki “sarayda imanını gizleyen adam” konumundan, takvayı kuşanmış salihler ve şahitler derecesine yükselmeliydi. Rabbimize olan kulluğumuzu özgürce yaşayabilmemiz ve vahyi ölçülerimizin şühedası olabilmemiz için iki önemli görevimiz vardı. 1. Bizi zaafa düşüren ve “nimet”ten uzaklaştıran kirlerden arınmak ve vahyin tanıklığını doğru yapabilmek için “tertil fıkhı”nı uygulamak. 2. Vahyi bilinçlenme ve tanıklık sürecimizi engelleyen ya da yasaklayan her türlü cahili uygulama ve yapı ile mücadele etmek.
Peki İslami aidiyetlerimiz içinde var kalabilmek, özgürleşebilmek ve modelleşebilmek nasıl mümkün olacaktı? 1. Kuşatılmışlığımızı ve donanımsızlığımızı gözetmeyen vakıa dışı planlar ve romantik özlemlerle mi olacaktı? 2. Yoksa donanım zayıflığımızın ve kuşatılmışlığımızın farkındalığı içinde ideal olan ile reel olan arasında tutarlı çözümleme ve korelasyonlar oluşturarak mı olacaktı?
Bu sorular bile ibadetlerimizi yerine getirebilmemiz için sergilediğimiz bir şer’i tefekkürdür. Ama sorumluluk yükleyen bu ibadi sorumuz bile ötekilerini veya muhafazakârlarımızı rahatsız edicidir. Cahili statükoya adapte olanlar ve ötekiler bu soruyu bile İslamcı, kökü dışarıda veya ebter/kökü kesik, ideolojik, radikal bulup İslamofobi üretebilirler.
Hilal TV’deki “Ulustan Ümmete” programına “Vahyi Siyaset ve Reel Siyaset” konusuyla başlamıştım. Yaşadığımız hayatın içinde vahyi eğitim-öğrenim ve şahitlik sorumluluğu ister istemez bu başlığı ön plana çıkartıyor. Dolayısıyla bu soru veya bu başlık sorumlu insanların “istikamet ilmihali”ne veya “tertil fıkhı”na işaret ediyor. İlk Kur’an talebelerinin gündemine, kuşatılmışlıkları içinde o zamanki bilinen boyutuyla dünya hakimleri arasındaki mücadele Rum Sûresi’nin ilk ayetleri ile taşınmıştı. Ve müşrik özellikler taşıyan Rum’un diğer müşrik güç olan Sasaniler karşısında sevinçle karşılanacak bir galibiyet alacağından bahsedilmesi, ideal siyaset içinde reel siyasetin (reel politiğin) önemini gösteren bir işarettir.
“Politik İslamcı”, iktidar hedefi için ideal ölçüleri gözetmeden reel şartlara göre mücadelesini ayarlar. Oysa reel siyaset, ideal siyaset doğrultusunda meşruiyetini vahyi ölçülerin izin verdiği ruhsatlardan almalıdır.
Müslümanlar için reel siyasetin şaz/aykırı olan üretilmiş teorisi, genellikle daru’l hap fıkhı’nın cevaz verdiği yanlışlardan beslenir. Reel siyasetin doğru olan ilke ve örnekliğini ise Kur’an kıssaları içinde en vazıh olarak Hz. Yusuf’un mücadelesi ortaya koyar.
Türkiye, adı Batılılar tarafından konulmuş ulusal bir devlettir. Bu devlet içinde Müslümanlar olarak var kalabilmek, özgürleşebilmek ve modelleşebilmek için reel siyasete, Türkiye’nin özgül ağırlığını artırmak için mi yaklaşılmalı; yoksa Türkiye’de Müslümanların özgün ağırlıklarını artırmak için mi yaklaşılmalı?
***
27 Mayıs İhtilali’nin 53. yıldönümünde bir tevafuk olarak Zaman gazetesinde A. Turan Alkan da, Ali Ünal da, Ali Bulaç da ideal ve real politik üzerine yazmışlar.
Ali Ünal, Türkiye İslamcılarının daha çok güneydoğulu Müslüman aydınların başını çektiği Türk ulusalcılığı karşıtlığı konusundaki tavırlarını Kürt, Fars, Arap Müslümanların taşıdıkları ulusalcılıklara göstermediklerini belirtiyor. İdeal yürüyüşte hem realitenin iyi kavranıp göz ardı edilmemesine, hem de ideale ait bir aksiyon çizgisi olmasına işaret ediyor. Ancak yüksek ideallerin ed-din’den mi, millet’ten mi kaynaklandığı konusunu bulanık bırakıyor.
A. Turan Alkan, İslam coğrafyasındaki realitenin çok parçalı bir görüntü arzettiğinden, bu görüntüyü müsbete çevirmek için lafzî ve romantik temennilerden ziyade tarihi tecrübeden süzülmüş reelpolitikten yararlanmak gereğinden bahsediyor. Her yıl Hac mevsiminde görülen ve mü’minlerin yüreklerinde hasret oluşturan birliktelik özlemine, Türkiye’nin tarih sicili sebebiyle Müslümanlara şevk ve heyecan kazandıracak tek devlet olmasına rağmen AK Parti Hükümeti bir “Ağabey” sıfatıyla değil, toparlayıcı ve birleştirici bir aktör sıfatıyla yaklaşmalı ve sonuç vermesi mukadder olan “Komşularla sıfır problem” siyasetine de bu teorik doğrultuyla yönelmeli diyor.
Alkan, Ali Bulaç’ın aksine komşularıyla işbirliği içinde iyi ilişkiler geliştiren bir Türkiye’nin, süper güçler bakımından anında tehdit algılaması kapsamına girmekte olduğuna değiniyor. Ve Alkan, Türkiye’nin civarındaki devletlerle ortaklaşa iş yapabilecek duruma gelmesinden İsrail ve onun ebedî tedarikçisi ABD’nin hoşnut olmadığından bahsediyor. Ve iç barışı sağlama eşiğine gelen Türkiye’nin İran’ı rahatsız ettiğini; Rusya’yı homurdanır, İsrail’i huzursuz hale getirdiğini; ABD’nin manidar vurdumduymazlığını ve Suriye’nin saldırganlığını artırdığını belirtiyor.
Ali Bulaç ise, Türkiyeli Müslümanlar ve Türkiyecilik ayrımı yapmadan Türkiye’nin küresel kuşatılmışlık içinde “kendi başına” iş yapmasını imkânlı görmüyor. ABD’nin bile “kendi başına” dünyaya nizam vermekten vazgeçtiğini belirtiyor. Geriye Türkiye için iki yol kalıyor: Ya “Batı ile beraber”, ya “bölge ülkeleriyle beraber” yürümek. Bulaç, bölgeye verilecek düzende Türkiye rolünü, ABD ve İsrail, Katar, Suudi Arabistan ile oynamaya karar verdiğini söylüyor. İran’ın ise bölgedeki rolünü Rusya ve Çin ile birlikte oynamayı tercih etiğini belirtiyor. VE ABD’nin de, Rusya ve Çin’in de bölgemize hayırhah bakmadığını vurguluyor. Bulaç’ın üçüncü dünyacı bir tarzı hatırlatan teklifi ise Türkiye ve İran’ın, harici küresel güçlerle işbirliği yapma politikalarını bir kenara bırakıp, Mısır’ı da yanlarına alarak işbirliği yapmaları doğrultusunda.
Oysa A. Turan Alkan, Türkiye ve İran’ın Suriye konusundaki ihtilaf nedenlerinin sebebinin merhem değil, mikrop ürettiğine işaret ediyor. Bulaç ise İran’ın mezhepçi ve millici çizgiye sürüklenmesini adeta “şu veya bu zorlayıcı sebepler” ifadesiyle adeta geçiştirmeye çalışıyor.
***
AK Parti Hükümeti, içinde bulunduğu sistemi Kemalist, laik, Türkçü, Batıcı ve NATO’cu yapmadı. Kendini bu cahili sistem içinde var kıldı. Yeterli görelim veya görmeyelim kolonyalist bir sistem ve küresel bir kuşatma içinde reformlar yoluyla tedrici özgürlük alanları açmaya; iç ve dış politikada halkının İslam kültüründen gelen değerlerine saygılı olmaya çalışıyor. İran’da ise, vahdet çağrıları içinde yapılan ve adına İslam İnkılabı denilen kazanım, iç çürümeler nedeniyle 10 yıllardır her geçen gün ulusal ve mezhepçi bir asabiye içinde mağaralaşmaya, yeni kapitalist aktörler olan Rusya ve Çin tarafından güdülür hale gelmeye düşüyor.
Ne hikmetse bu kadar açık ve telif edilemeyecek durumu millici refleksler taşıyan A. Turan Alkan görürken, ümmetçi çizgideki Ali Bulaç göremiyor veya “Hangi indi nedenler dolayısıyla bu gerçekliğe gözünü kapıyor?” sorusunu sordurtuyor. Oysa Bulaç’tan beklenen, küresel sistemin ABD’si, Rusya ve Çin’i ile Müslüman coğrafyayı kuşatmasına karşı, reel politika olarak reformlarla veya devrimlerle özgürlük alanları arama keyfiyetinin ortak paydalarına dikkat çekmesidir.
İran Devrimi de Ortadoğu Devrimler Süreci de müspet yönde oluşmuş özgürlük ve bağımsızlaşma hamleleri idi. Aralarında 30 yıllık bir zaman kesiti olan bu iki devrim sürecinde de milli ve mezhepçi unsurlar, solcu ve liberal unsurlar vardı. Devrimler ülke çıkarlarını ve toplum bütünlüğünü gözetmek gibi reel politik hesapları da dikkate alarak, sözünü ettiğimiz farklı kimlikler taşıyan unsurlarla birlikte yapıldı. Bu devrimlerde tarihi mirasın bir avantajı olarak ana kitle İslami kimlikliydi ve Müslümanlar için devrim sürecindeki reel politiğe, ilahi/aşkın ölçülerin yani ideal politiğin ilkeleriyle yön verilmeye çalışılmıştı.
Şimdi geçen zaman itibariyle iki devrim sürecinden ilkini test etme imkanına ve dahi 30 küsur yıldır sergilenen verilere sahibiz. Vahdet namazlarıyla, Daru’l Takrib çalışmalarına yapılan vurgularla, meydanlarda atılan “La Şiiyye La Sünniyye Vahde Vahde İslamiyye” sloganlarıyla İttihad-ı İslam hedefini öne çıkaran ve bu nedenle de Sünni dünyada hüsn-ü kabul gören İran Devrim Süreci önemliydi. Ancak İran Devrimi Süreci başta İran Anayasa’sının değiştirilemez kaydıyla İsna Aşeriyye mezhebine endekslemesiyle, “İmam Humeyni”nin Hamd kitabındaki batinî söylemleri ve geride bıraktığı ve Şiiliğe çağrıyı kutsayan Vasiyet’i ile teorik olarak kendini daraltmaya ve mezhepçi bir asabiyeye kilitlemeye başladı. Devrim’in evrensel ve üst ilkelerine sahip çıktıkları için bu daralmaya karşı çıkan Devrim Süreci’nin aktörleri ise ya fiili olarak tasfiye edildi, ya da büyük baskılara maruz kaldılar. Bugünkü İran Yönetimi’nin geldiği nokta İttihad-ı İslam’ı Şiileşme olarak algılayan mezhep asabiyetçiliği ve ulusçuluk tutkunluğudur. Bu zaaflar Bulaç’ın ifade ettiği gibi “şu ve bu zorlayıcı sebepler” yüzünden değil, Ali Şeriati’nin Rum Sûresi tefsirinde belirttiği gibi Kur’an merkezli bir arınma sürecinin getireceği berraklığı engelleyen yöneticilerin ve ahundların ulusalcı ve mezhepçi at gözlüklerini gözlerinden çıkartmadıkları için oluşmuştur. İşte Devrim’in imkânlarını geliştireceklerine Sünni dünyada bir iki Şii mevzi kazanma adına yaşanan mağaralaşmanın ve bugünkü İran Yönetimi’nin İran Müslümanlarının imkanlarını Rusya ve Çin için bir araç haline getirmelerinin arkasında bu akıl tutulması yaşanmaktadır.
İran Yönetimi “Devrim”in üst ideallerini, reel politikaları uğrana heder etmektedir. Reel politik için de Hz. Yusuf’un ilkelerine değil, “Sahife Fıkhı” olan daru’l-harpçılığın pragmatizmine tutunulmaktadır. Son Cumhurbaşkanlığı seçimleri için adaylığını açıklayan Rafsancani’nin adaylığının iptal edilmesi de, reel politiğe ideal politiğin perspektifinden bakabilecek imkânların engellendiğini göstermektedir. Keşke İran’daki çürümeye 1980’li yıllardan beri tanıklık yapan Bulaç, akıl tutulması yaşayan bugünkü İran’ı, İttihad-ı İslam’ın bir ayağı olarak takdim edeceğine, bu ayağın yeniden nasıl tedavi edilip ayağa kaldırılabileceği konusunda kafa yorabilse.
Ayrıca bölgede ayakta durabilecek muhtemel sacayağın çürümekte olan ayağına gösterilen ilgi ve bu ayağa hamledilen hayali umutlar kadar, ilgimizi coğrafyamızda gerek reformlar gerek devrimler süreci ile kurulmaya çalışılan diğer reel politik imkânlara -biraz vakıayı yakından tanıyarak ve biraz da asırlık ıslah çizgisinin temsilcilerine hüsn-ü zan ile yaklaşarak- teksif edebilsek.
Reel ve ideal politika bağlamında Rum Sûresi’ndeki işaretleri, Hz. Yusuf’un hattı hareketini tertilen okumaya oldukça ihtiyacımız var. Ayrıca cahili kuşatılma içinde “Rasul ve Rasulle birlik olanlar”ın şahitliklerini gizlemeden sistem içi araçları nasıl kullandıkları ve kendileri için dokunulmazlık alanlarını nasıl oluşturduklarını fıkhetmeye de…
YAZIYA YORUM KAT