Vahiy ve Ahlak -II-
Birey, Cemaat, Emanet
Bir önceki yazımızın sonunda "Kur'an'da İnsanın Özellikleri" konusunu pratikte de yakından hissettiğimiz meselelerin vuzuha kavuşturulması yolunda irdelemeye başlayacağımızı ve bu yolu takip ederken de öncelikle nelerden kaçınmamız, neleri yapmamamız, neleri kimlik edinmememiz gerektiği üzerinde Kur'an-ı Mübine dayanarak işlemeye çalışacağımızı belirtmiştik. Ancak bazı zorunluluklar, bu makaledeki konuları öne almamız gerektiğini hissettirdi. İnşallah zihinsel, kimliksel ve pratik ifsad meselesine ve bu konunun bizleri nerelere savurabileceği hususlarına bir sonraki yazımızda somut anlamda değinmeye çalışacağız.
***
İnsan başıboş yaratılmadığı gibi, doğuştan tabula rasa, yani bembeyaz, bomboş bir sayfa gibi, sonradan edineceği tecrübeleri depolamak üzere robot gibi kurgulanmamıştır. Aksine insana akıl, bilgi ve irade bahşedilmiş, emanet yüklenmiş, yeryüzünün halifesi sıfatıyla (Bakara 2/30), sorumlu tutulabileceği ve hesaba çekilebileceği -tabiri caizse- bir hamurla yoğrulmuştur. (Ahzab 33/72)
"Nefse ve ona birtakım kabiliyetleri verip de iyilikleri ve kötülükleri ilham edene..." (Şems 91/7-8) ve "Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör" (İnsan 76/3) gibi ayetler insanın fıtratında yer alan bu bilgiye işaret ettiği gibi, Hz. Âdem’e öğretilen kelimelerle işaret olunan farlılık da (melekler başta olmak üzere, diğer canlılar) insana verilen değer, öğretilen bilgi, yüklenilen emanet ve sorumlu tutulacağı iradeye de işaret eder.
Konumuz bunları benzer ayetler ve felsefi tartışmalarla açımlamak olmasa ve bu tartışmaların detaylarıyla değil, pratik anlamları ve pratik 'ahlak'la olan ilişkisi üzerinde durmayı arzulasak da bazı hususların düşünsel zeminde irdelenmesi kaçınılmaz olmaktadır. Nitekim bir sonraki yazımızda detaylandıracağımız üzere, Rabbimizin arzuladığı 'insan' hedefinin önünde ne gibi engellerin oluşabileceği ve bu engellerin hafifsenmesi durumunda her türlü cemaatsel pratiklerde ne gibi ifsad unsurlarının yaygınlaşıp bizi biz olmaktan ve hedeflerimizden (Allah'ın bizlere öğrettiği hedeflerden) nasıl uzak kalınıp, fitne ve ifsadın hem kendi nefislerimizde hem de toplu yapıp etmelerimizde yaygınlaşıp bizi bu ahlakî amaçlardan nasıl uzaklaştırabileceğini irdelemeye çalışacağız.
Bu noktada emanet bize bahşedilen nimetleri ve 'insan'ın misyonunu kapsaması açısından anahtar mesabesindedir. Çünkü emanet, hem hilafet misyonunu ortaya koyması hem de insana bahşedilen akıl, irade, bilgi, her şeyin kendisinin emrine verilmiş olması gibi niteliklerle birlikte aynı zamanda nimetle ilişkilidir. İnsana doğuştan bahşedilen bu nimetler, insanın kendi kazancıyla elde ettiği kabiliyet ve donanımlar değildir. İlginçtir ki, belki de bu yüzden "dağların, göklerin ve yerin yüklenmediği" bu emanetin insan tarafından yüklenildiğini bize bildiren aynı Ahzab Suresi, 72. ayeti kerimede, aynı zamanda insanın cahil cesareti ve nankörlükle malul olduğunun da altını çizer. Yani bir yandan insana verilen değer, yüklenilen sorumluluklar ve bahşedilen nimetlerden söz eden vahiy aynı zamanda onun nasıl da nankör ve cahil cesaretiyle kaim olduğunu da bize anlatır.
Demek ki Rabbimizin bizlere nimet olarak bahşettiği ve kendisine ilahi bir değer biçilen 'insan' olmamız hasebiyle en başat özelliğimiz emaneti, görevlerimizi (kulluğumuzu) nasıl koruyacağımız ve nimetin elimizden kaçıp gitmemesi ve maazallah bizlerin giderilip de yerimize başka nesillerin getirilmemesi için nelere dikkat etmemiz gerektiği konusu zihinlerimizi/kalplerimizi en fazla meşgul etmesi gereken konu olmalıdır.
Peki, insan kendisini nasıl ve hangi ortamlarda inşa eder? Belli bir coğrafi kültürde, belli bir aile yapısı içerisinde, kendisinden çağlar önce üretilmiş pek çok ideolojik sarmalın kuşatması altında dünyaya gelen insan tercihini gerçekten sağlıklı bir biçimde yapabilmesinin önündeki engelleri nasıl kaldırabilecektir?
Öncelikle zihinlerde artık kalıplaşmış olan bazı kafa karışıklıkları ve ezberlere değinerek başlayalım:
'Birey' şeklinde tanımlanan bir 'insan teki' var mıdır gerçekten? Akıl, irade ve sorumluluk insan tekinin tek başına yapıp ettikleriyle bağlantılı özellikler midir, yoksa bir topluluk, cemaat, halk, kavim, örgüt, yapı, -hangi sosyolojik tabirle yaklaşırsanız yaklaşın- olmadan anlamını yitiren, ancak bir topluluk, ümmet içerisinde yaşandığında ve paylaşıldığında hayat bulabilecek olgular mıdır? Yukarıdaki pasajlarda aktardığımız bütün özellikler ve ayetlerdeki vurgular 'insan teki' değil, insanlık ailesini tanımlayan unsurlardır. İnsanlık ailesinin bu özellikleri, insan tekiyle değil, insanın yapı taşı olduğu gruplar, cemaatler, ideoloji mensupları, halklar vesilesiyle hayat bulan ya da çiğnenen hakikatlerdir. Ahlaki değerler de böyledir. Bir insan "Benim aklım" dediğinde aslında çok önceden kendisi için üretilmiş düşünce kodlarıyla hareket ettiğinin farkında olmayabilir ama bu böyledir. "Bence", "bana göre" tabirleri aslında yine kendisinden önceki birikimlere yapılmış atıfları içerir. "Heva ve hevesine göre hareket etmek" dahi, o heva için oluşturulmuş bir dünyada yapılan tercihlerle alakalıdır. Bir bilgisayar oyunu gibi. O oyunu oynuyorsanız eğer, o oyunun içindeki yapay zekayı kurgulayan başka bir akıl vardır. Oyunun kaideleri dışına çıkamazsınız. Dünyanız, düşünceleriniz, tercihleriniz o alanla sınırlıdır. İşte daha dünyaya gelir gelmez insanın içine girdiği bu 'tarihsel' alan, çok önceden başlamış bulunan üretimlerin bir hâsılasıdır. İçinde kültürü, izmleri/dünya görüşlerini, iktisadi-siyasi yapıları barındıran bir tarihsel zaman dilimi. İnsan da tercihlerini bu alanda yapar. Ve yaptığı her tercih aynı zamanda insanı toplumsallaştırır. Ve o toplumsal yapının ahlakı, düşünceleri, yapıp etmeleri, yani ördüğü duvarlarla sınırlıdır. İster Kant olun, ister Nietsche, bu tarihsellikten kurtulamazsınız. İster tanrıyı öldürün, ister tüm insanlığı hümanist yapın, şu gerçek değişmez: Bunu söyleyen ve yaşamaya çalışan ilk siz değilsiniz! Birinden diğerine geçtiğinizde, tercihlerinizi hayat yolculuğunda farklılaştırdığınızda da farklı bir şey yapmış olmazsınız. Sizden önce daha üstün akıl sahiplerinin belli bir gelenek ve uzunca yollar katedildikten sonra belli bir zaman diliminde üretmiş olduklarının dışına çıkamazsınız. "Ben, benim zihnim, kalbim, düşüncelerim üzerindeki tüm otoriteleri reddediyorum!" dediğinizde bile, bunun sizlerden çok önce defaatle tekrarlanıp, iyiden iyiye kurgulanıp yapılandırılmış ve ardından da cemaati/topluluğu üretilmiş olan bir düşünce akımı olduğunun farkında değilseniz eğer, bu sadece sizin bu konudaki cehaletinizi gösterir. Çünkü yeryüzünde güneşin doğup battığı hiçbir alanda söylenmemiş bir söz, zikredilmemiş bir düşünce, toplu halde yaşanmamış bir felsefe yoktur. "Benim ahlakım" dediğinizde de durum aynı minvaldedir. Bu sizin ahlakınız değil, sizden çok önceleri kurgulanmış bir ahlak anlayışına yapılmış bir atıftır sadece. Ve en dramatik yönü de "benim ahlak anlayışım" diyenlerin de ahlakın, insanın yalnız (tekil) olduğu alanlarda değil, yine toplu halde gelişip olgunlaşacağını es geçmiş olmalarıdır. İşte bu yüzden insanın tekil aklına, ahlakına, iradesine yapılan atıflar onun birey olduğunun değil, tarihte yaşamış ya da halen hayatiyetini sürdüren bir ahlak felsefesine yapılan bir atıftır. Ve her pazara sürülen malın müşterileri çıktığı gibi, bunda da öyledir. Hâsıla, insan hiçbir zaman 'birey' olamaz. Birey tanımları bile, insanı belli bir sürü, birliktelik, yapı, toplum, halk olmaya zorlama amaçlı kurgusallıklardır.
Sanırım bütün bunlardan sonra "özgür birey" tanımının ne anlama geleceği de rahatlıkla anlaşılabilir. Kendisinden önce üretilmiş felsefi düşünceler ya da nefsanî çağdaş zanlar üzerinde kendisini inşa ettiğini zanneden, ahlakını da bu zanlar üzerine kodlayan bir cemaat üyesi! Ahlakı, nefsi, düşünceleri, akli melekeleri üzerinde asla kendisinin karar verici olmadığı ama bunun böyle olduğunu zanneden geniş bir ailenin üyesi. Elbette bu geniş ailenin etki alanı ve kodları başkaca cemaatleşme niteliklerinden farklı. Ama asla, cemaatleşme, yapılanma, toplumsallaşma ve kültürleşme dışı değil!
Bu uzun girizgâhı şu tespitlerimizin açığa çıkması ve tartışılması için yapma ihtiyacı hissettik:
1) Ahlak dediğimiz hakikat, tekil, yalnız, kendi başına, insanın kendisiyle baş başa, adeta hayat dışı bir alanda yaşanmaz ve de gelişmez. Ahlak, insanın tek başına kendisine ait olan bir haslet, beceri ya da kendinden menkul bir değerler skalası da değildir. Topluluk içerisinde, o topluluğun sahip olduğu değerlerle sınanarak yaşanır, gelişir. İster ilahi kaynaklı olsun, ister beşeri bu böyledir. Birileriyle değilseniz eğer, başka birileriyle berabersiniz demektir. Hayat bu alanda asla boşluk kabul etmez. Kapitalist kültürün çevrelediği insanlara bakın. Bunlar birey mi, yoksa kapitalist kültürün kodlarıyla yoğrulmuş yığınlar mı? Bunlardan biri "Ben böyle düşünüyorum!" dediğinde gerçekten de kendisi mi böyle düşünüyordur; yoksa bu kelimeler onun bilinçaltına çok önceleri şırıngalanmış mıdır? "Özgür bir birey" olarak mı konuşmaktadır, yoksa belli bir örgütlülüğün müntesibi olarak mı? Bu cümleleri kuran ben, bunu sadece kendi becerim, aklım, birikimim sayesinde mi (istiğna) telaffuz etmekteyim?
Bu noktada geçmişten bugüne hiç değişmeyen argümanlarla, kendilerini cemaatler dışı ya da cemaatler üstü görenler, yaptıkları cemaat eleştirilerinin mahiyetini bir kez daha düşünmelidirler. Çünkü birincil önermemiz cemaat dışılık diye bir gerçekliğin olmadığıdır. Yani "Cemaat; kişiliği, kişisel gelişimi dumura uğratır!" tespiti bir paradoks olarak buharlaşmak durumundadır. Çünkü bir cemaatin (belli ahlaki değerler skalasını karşılıklı sorumlulukların üstlenilerek yaşatıldığı hayat alanı) içinde değilseniz eğer, bunu başka bir yerde yerine getiriyorsunuz demektir. (Ya da bu sorumluluklardan kaçanlarla farkında olarak ya da olmayarak bir birliktelik oluşturduğunuz anlamına gelir bu tercih) Böylelikle konunun "cem olma, cemaat olma" değil, cemaatsel değerler olduğu anlaşılmak durumundadır.
Cem olmanın vahyi zorunluluk içeren bir temeli var ise eğer (ki öyle) o halde konu cem olmayı tartışmak olmamalıdır. Ancak eleştirilerin geneli bu minvaldedir. Ve genellikle dışarıdan bir "akil birey" edasıyla konuşulmaktadır. Oysa dediğimiz gibi, birileri bize bu "bireyin kim olduğunu" izah edebilirse, belki bu konuyu daha derinlikli konuşabilme vasatı yakalanmış olur. Öte yandan birlikte ve toplu halde yaşamlaştırılması zaten zorunlu olan değerler/amellerin kişileri geliştirme boyutu üzerinde ise her nedense hiç durulmamaktadır. Hatta kişisel zaafların birlikte olgunlaşarak üstesinden gelinmesi, olumlu hasletlerin hayırlarda yarışarak kavileştirilmesi gibi.
"Siz gençler papağan gibi öğrendiklerinizi tekrar ediyorsunuz!" diyenlere; yukarıda çizdiğimiz tablo muvacehesinde, "Peki siz kimlerden öğrendiklerinizi tekrar ediyorsunuz?" diye sormak gerekir. Ki, zaten aklın işleyiş biçimi ve düşüncelerin aktarımının geleneksel (maruf, muharref, eklektik vs) saiklerle gerçekleştiğine yukarıda değinmiştik. Velev ki vahyi-ilahi gelenek olsun, durum yine bu minvaldedir. Bunda gocunacak bir durum varmış gibi düşünenlerimize insanlık tarihinin geniş kesitlerinde yer alan ihya-ıslah çabalarını hatırlatmak gerekir.
Öte yandan genellikle bu eleştirilerin temelinde var olan, cemaat geçmişleri bulunanların belli sorumluluk alanlarını paylaşma gücü ve cesareti gösterememişliklerini ise konumuz dışı görüyoruz. Çünkü konu cemaatlerin iç işleyişlerindeki sorunlar değil, cem olma meselesine bakış açısıyla ilgili.
2) "Birey yoktur! Her birey bir cemaatin üyesidir", gerçekliğini anlatabildiysek eğer, o halde "her cemaatin/topluluğun/halkın/ideoloji mensubunun kendinden önce üretilmiş, tanımlanmış, köşe taşları çizilmiş, çağa da uyarlanmış kendine özgü bir ahlak skalası vardır" tanımlamamızın da anlaşılmış olabileceğini düşünüyoruz. Her ne kadar bu tespitler, "Her nefis kendinden sorumlu değil mi?"; "Vahiy, 'Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez' derken, tekil şahsın varlığının önemine vurgu yapmış olmuyor mu?"; "Allah bizleri tek tek hesaba çekmeyecek mi?" gibi sorularla karşılanabilirse de bunlara cevabım sadece Kur'an'ın "Ey insanlar", "Ey iman edenler", "Ey akıl sahipleri" gibi ifade kalıpları değil, aynı zamanda şudur: Akıl sahiplerine o aklı ve fıtratı Allah bahşetmiştir. Ve bu tüm insanlar için ortaktır. Dolayısıyla bu insanlık ailesine ait olan ortak fıtri-evrensel değerler birliktelik içerisinde yaşanır, sınanır, fesada uğrar, bereketlenir, kavileşir, mutmain hale gelir ya da yozlaşır. Ama bu değerler her insan için aynıdır, ortaktır. Bunları bilinçli bir şekilde yaşamlaştırmaya kendilerini adamış olanlar eğer birileriyle bunu başaramıyorlarsa, gittikleri her neresiyse ya da kimlerle beraber iseler aynı sorumluluk orada da baş göstermektedir. Eğer bu değerleri yaşamlaştıracağımız birlikteliklerin içerisinde değilsek, zaten başka tür beraberlikler (ve değerler manzumesi) içerisindeyizdir ki, bu durumda da tekillikten söz edilemez. İnsanların birlikte, ortak yapıp ettikleri üzerinden hesaba çekilecekleri izahtan varestedir.
"Ya Rab, bizi salihlerle beraber haşret!" duası eğer bilinçli şekilde yapılıyorsa bu, kişilerden ziyade değerlere yapılan bir vurgu olarak anlaşılmalıdır.
3) Bu durumda ahlakın kökeni nedir, kimdir? sorusunu zaten cevaplamış olan müslümanlar açısından, hangi ahlak anlayışı, kimlerle ve nasıl yaşamlaştırmaya çalışıldığında gerçekten emaneti yüklenmiş, ortak bir aklın, düşüncenin, dünya görüşünün yaşamlaştırılmasının kılavuzluğuna kavuşmuş olacakları da vuzuha kavuşmuş olur.
Buradan da bazı kesimlerin üretegeldikleri İslamcılık eleştirilerine yönelik iki çift kelam etmek gerekir. Yazımızın başından bu yana vurgulamaya çalıştığımız ve kökleri ilahi kelamdan beslenip tarihî (marufu içeren) tecrübelerle harmanlanmış ahlaki bütünlüğün yegâne temsilcileri bu sözde eleştirilmeye çalışılan çizgidir. Eleştirilerin mahiyeti, arka plansızlığı, tarihsizliğini bir kenara bırakarak şunun altını kalınca çizmek gerekir ki, bu eleştirileri yapanlar ya -yine İslamcılık adına- türedi unsurlar üretip bir süre sonra da buharlaşmaktadırlar ya da liberalleşme, sosyalistleşme, dünyevileşme, sekülerleşme tezlerini bu sözde İslamcılık eleştirileri üzerine oturtmaktadırlar ki bunların (içeriksizlikleri bir yana) tutumlarının tutarlı ve ahlaki bir yönü yoktur. İslamcılık eleştirileri bir süre sonra farklı "cılık", "culuk" ekleriyle anılabilecek bir niteliğe bile kavuşamamaktadır.
"İslamcılığın siyaseti"; "İslamcılığın cemaat algısı"; "İslamcılığın bireye bakışı"; "İslamcılığın tarih perspektifi" gibi süslü puntolarla bu işe soyunanların, -biraz önce de değindiğim gibi eleştirilerinin usulsüzlükleri, tarihsizlikleri, içeriksizlikleri bir yana- hayat boşluk kabul etmediğine göre birilerinin ürettiklerine savrulma istidadı göstereceklerinden hiç kimsenin şüphesi olmamalı. Bu durum ne 2010'lu yıllarda ilk defa yaşanıyor, ne 10 ne de 20 sene önce de farklıydı. İsimlerini hatırlamakta zorlandığımız niceleri tarih olup gittiler. Tabii bu söylediklerimiz İslamcılık adı altında ifade edilen çizginin kutsal, sorgulanamaz olduğu anlamına gelmiyor. Bu çizginin müntesiplerinin içeriden bir özeleştiri mekanizmasıyla mezkûr ıslahat, ihya ve tecdid çabalarına işlerlik kazandırmaları, yetersizlikleri, zaafları görmeleri, buna uygun reçeteler sunmalarına kimsenin bir sözü olamaz. Ama malzemeyi dışarıdan sağlayanların, çoğu zaman içeride ya da dışarıda yer alıp almıyor olmaları arasında da bir farkın kalmadığını da belirtmek gerek.
Bir sonraki yazımızda bu hattı mukavim kılmak zorunda olanlarımızın içine düşebilecekleri fesad ortamlarının "Kur’an'da insanların özellikleri" üst başlığında nasıl işlendiğini ve gücümüzü, motivasyonumuzu ve en sonunda da emaneti yitirmemize sebebiyet verebilecek insani zaafların neler olduğunu tartışmaya çalışacağız inşallah.
YAZIYA YORUM KAT