“Vahdet-i Vücud” Neden Gerekli Olsun ki?
Ömer Lekesiz, Yeni Şafak’ta kaleme aldığı yazısında Tasavvufi düşüncenin temel sorunlarından birisi olan “Vahdet-i Vücud”a olumluluk atfederek bunun eleştirilen taraflarının yeniden tanımlanabileceğini iddia etmiş.
HAKSÖZ-HABER
Yazarın temel iddiası olan, “Vahdet-i Vücud’un bugün lazımıyeti”ne ilişkin gerekçesi tam olarak ortaya konmamış. Bu da burada söylenecek olanı salt kavrama yüklenilen anlam çerçevesinde kalmaya zorluyor.
İlgili kavrama olumlu ve olumsuz yaklaşanlar olduğunu belirtmekle birlikte Sayın Lekesiz, “tasavvuf”u, “İslam metafiziği” olarak nitelerken, haliyle “İslam metafiziği”ni de (bu dolayımda) “tasavvuf”a irca etmiş oluyor.
Yazının temel önermesi ise Osmanlı’nın ilk kuruluşunda gözlenen, esnek, geniş ve/veya toleranslı zeminin, Vahdet-i Vücud kavramının ürettiği dünya görüşünden bağımsız olmadığı yönünde. Mezkur kavrama ve o kavram dünyasının taşıdığı zaaflara rağmen “ona ihtiyaç var mıydı” sorusu burada bahse değer bir soru oluyor. Neticede uzak geşmişte, olmuş bitmiş bir mevzuda ihtimaliyet konuşmak yarar sağlamayabilir. Peki ya bugün? İnandığımız din, bağlandığımız itikad kendisinden, kültürel ve sosyal dünyası içinden, başka hiçbir yerden ödünç almaksızın, (borçlanıp, alacaklıya mahkum olmadan) ihtiyaç duyulan esnekliğe, hoşgörüye, bütünleştirici ve kaynaştırıcı olmaya malik ve muktedir değil midir? Pek çok eleştirinin ve istismarın adı, adresi olarak tebarüz eden bir kavrama mecbur muyuz?
*
Ömer Lekesiz’in bugünkü Yeni Şafak’ta yayımlanan (15 Mart 2019) bahse konu yazısı:
Vahdet-i Vücûtçuluk Neden Gereklidir?
Aşırı uzaklık kadar aşırı yakınlık da bir perdedir; uzaktaki bir kalemi görmekten perdelendiğimiz kadar, burnumuzun ucuna dayanmış bir kalemi görmekten de perdeleriniriz.
Gerçi uzaklık ve yakınlık iki ayrı perde olduklarından, bunlara mahsus perdelenme tarzları da farklılık arz eder.
Örneğin; uzaktakini seçmekte zorlanırken, yakındakini sabitlemekte zorlanırız ve her iki durumda görme potansiyeline bitişik bir görüşsüzlüğe maruz kalırız.
Bu hususu, mürid ile şeyh ilişkisindeki psikolojiye uyguladığımızda, bir müridin bir şeyhe intisabıyla / bağlanmasıyla başlayan sürecin zikrettiğimiz türden bir görüsüzlüğe tabi olduğunu söylememiz gerekir.
Zira bu intisapla birlikte zaten talep edilen seyr-i sülûkun gerçekleşebilmesi için, müridin mevcut görüşlerini (ve dolayısıyla görülerini) terk ederek, ancak şeyhinin (yeniden) dolduracağı şekilde bunlardan kendisini boşaltmış olması gerekir ki, tasavvuf / tarikat dilinde “Şeyhe, gassal önündeki ölü gibi teslim olmak” şeklinde ifade edilen bu boşal(tıl)mışlığın, mürid tarafından metafizik bir gerçeklik olarak benimsenmesi de esastır.
Günümüzdeki algılanışıyla söz konusu gerçekliğin, şeyhçiliğe, tarikat merkezli cemaat taassubuna bitişerek, fanatik karakterlimetafizik bir idealizme evrildiği bir vakıdadır.
Mezkur olgunun yapısını tahrip eden bu evrilmeyle birlikte görü(ş)süzlük, görü(ş)den boşalma şeklinde zikrettiğimiz metafizik gerçeklik, idealist yönelimsellik içinde eriyerek, tipik bir tarafgirliğin sebebi ve kaçınılamaz sonucu haline gelmiştir.
Hal böyle olunca, İslam metafiziği olarak tasavvufun (ve tarikatların) doğuşu, gelişme evreleri itibariyle, bu zamandaki ve gelecekteki olumlu etkilerinin tespiti yönünden araştırmalara konu olması da güçleşmektedir.
Nitekim bu köşede tasavvufla ilgili kimi soruları sormaya başladığımızda, bir tarikat mensubu tepkisini sosyal medyadan şu şekilde iletmişti: “Adam bize sövüyor ama cevap verecek kimsemiz yok. Çünkü biz cevap verebilecek birilerini yetiştiremedik, bu bizim acizyetimizdir.”
Yine, ailemizin Nakşibendi olduğunu belirtme ihtiyacı duyarak Vahdet-i vücûdçuluk hakkında soru sormamız, görüş belirtmemiz, derhal mensubiyetimiz nedeniyle düşmanlığımıza yorulabilmektedir. Bu yoruş karşısında, gerçekleşmiş bir mensubiyetimizin söz konusu olmadığını, hatta bu mensubiyetsizliği, kendi adımıza bir tür tasavvuftan nasipsizliksaydığımızı söylememizin de hiçbir karşılığı yoktur, çünkü hakkımızdaki mezkur iddia kendisinin delili olacak kadar kesinleştirilmiştir.
Söz buraya gelmişken bu bahsi biraz açalım:
Vahdet-i vücûtçuluk, Osmanlı’yı doğuran ancak zamanla, şartların değişmesi nedeniyle kendi zeminindeki kaymanın doğru okunamaması ve dolayısıyla onu üreten (niyet ve) düşünceyle benzer türden bir tedbir üretilememesi yüzünden aynı zamanda Osmanlı’yı yıkan bir düşüncedir.
Ancak yine de devlet ya da medeniyet planında yeni (sahih) bir düşünce üretebilmenin yolu, Vahdet-i vücûtçuluğun ölümünü arzulamaktan geçmez. Bilakis, buna tevessül etmek, tahrip edilmiş de olsa tüm şubeleriyle tahakkuk etmiş yetkin bir düşüncenin zeminini tamamen yok etmek olacaktır; zira son tahlilde o zemin İslam’a göre oluşturulmuş, İslam’a ait bir zemindir. Kaldı ki, bozulan şey, bozulduğu yerden tamir edilebileceği gibi, düşen şey de ancak düştüğü yerden yağa kalkabilecektir.
Bu durumda, Vahdet-i vücûdçuluğu önce asli zeminine tevdi ederek, yeni zamana, mevcud şartlara göre yeterlilikleriyle birlikte yetersizliklerini tespit etmek gerekir. Devamında elde edilecek şey, Vahdet-i vücûtçuluk’dan da pay alan ama artık o olmayan yeni bir şey olacaktır.
Diğer bir ifadeyle, Vahdet-i vücûtçuluğun da içe çekilmek suretiyle aşıldığı yeni bir düşünce kendi tayfında salt kendisi olarak somutlaşacaktır, ki bu işlem Vahdet-i vücûdçuluk’la aralarında mesafe varmış izlenimi verdikleri halde, onunla mülemmalı hale gelmiş cemaatleri (Ehl-i sünnet’i) ve tarikatları (ilk başta Nakşıbendiliği) kendiliğinden kapsayacaktır.
Bu mümkün olduğunda, 1-hakimiyet kuran metafizik bir idealizmden, metafizik bir gerçekliğe dönülerek, örneğin yukarıda zikrettiğimiz bağlanma hususundaki ilgili ilişkiler kendi yörüngesine oturturabilecek, 2-daha başta düşünce üretemememin sıkıntısıyla (kabızlık ezasının koşullandırdığı psikolojiyle) tasavvuf cümlesinden Allah’ı, kelamını ve peygamberini sorgulamayı uğraş edinenlerin, uğraşlarındaki isabetsizlik ortaya çıkabilecek ve düşünce üretiminde elzem olan nazariyat / gayret daha belirgin hale gelebilecektir.
Bu perspektifte esas alınacak şey ise, Vahdet-i vücûd’un kavram olarak mahiyetinin tartışılması (deşelenmesi) değildir, Vahdet-i vücutçuluğun ferdleri ve kurumları dönüştürme gücünün geçmişte olduğu gibi bugün de doğru belirlenmesi ve azami isabetle kullanılmasıdır.
O halde, İbnü’l-Arabi’nin “İnsan, gözüyle değil, düşüncesiyle bakmaktan sorumludur” sözünden hareketle, perde bahsini şöyle kapatabiliriz:
Metafizik gerçeklikler olarak perdeler açılabilir şeyler değildir, çünkü, açma çabalarının her biri yeni bir perde oluşturur. Önemli olan perdelere mahsus hakikatleri nihayet sayarak onlarda takılıp kalmamamız ve kalmayanları kötü niyetlilikle suçlamamamızdır.
HABERE YORUM KAT