Üniter yapı tehlikede mi?
Bazı kesimler uzun süredir AB'nin insan haklarını bahane ederek siyasal açıdan Türkiye'yi köşeye sıkıştırmaya çalıştığını, daha da ötesi Türkiye'nin üniter yapısını tehdit eden bir tavır içinde olduğunu ileri sürüyor. Hatta bazıları "Sevr imzalanmadı ama hiçbir zaman da Batı'nın gündeminden çıkmadı" diyerek içimize korku salıyor. Öte yandan Avrupa'da Türkiye'dekinin tam tersi istikamette bir tartışma sürüyor. Mevcut ulus-devlet modelinin küreselleşmenin şiddetlendirdiği kimlik sorunlarına çözüm getirmekte yetersiz kaldığını ve ulus-devletlerin giderek çokkültürlü, çok toplumlu yapılara evrilmesinin gerekli olduğu ileri sürenler AB'nin ulusal ve etnik meselelere yaklaşımını muhafa-zakâr, etkisiz, çelişkili veya kaçamak buluyor. Bu gerçekten önemli bir tartışma. Acaba hangi taraf haklı?
Bilindiği gibi günümüzün ulus-devletleri sistemi 1648 Vestfalya Antlaşması'yla başlayan çok uzun bir sürecin ürünü. Bu sistem Lenin ve Wilson tarafından siyasi program haline getirilen 'Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi'nin düşünsel temelinde, I. Dünya Savaşı'nın ardından imzalanan 1919 Paris Antlaşması ve Milletler Cemiyeti'nin sözleşmeleriyle nihai şeklini aldı.
Her ulusa bir devlet
Ancak 'her ulusa bir devlet' diye özetlenebilecek bu ilke herkese eşit biçimde uygulanamadığından, özellikle I. Dünya Savaşı'nda yenik düşenlere 'ulusal azınlık hakları' adı altında bir çeşit 'teselli ikramiyesi' verildi. Yeni kurulan ulus-devletlerin 'huzurlarının' azınlıklar tarafından tehdit edilmesinin önüne geçmek için de bazen barışçıl, bazen şiddete dayalı müdahaleler yapıldı.
Ama 1930'lara gelindiğinde Almanya, Avusturya, İtalya ve Macaristan'ın irredentist (yayılmacı milliyetçi) taleplerinin önüne geçilemeyecek ve 30 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan II. Dünya Savaşı yaşanacaktı. Savaş sonrasında yenik düşmüş, parçalanmış, topraklarını ve saygınlığını yitirmiş pek çok ulus-devlet rahatsızlık içindeydi. Ayrıca, savaş sırasında Slovaklar veya Hırvatlar gibi bazı ulusal azınlıkların Nazilerle işbirliği yapacak kadar 'haince' bir tutumla ulusal davalarını gütmeleri de unutulmamıştı. Bu nedenle savaş sonrasında konuya daha temkinli yaklaşıldı ve ulusal azınlık hakları yerine bireysel insan haklarına vurgu yapıldı. Nitekim 1945'te kurulan BM'in sözleşmeleri ile 1948 tarihli insan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin metinlerinde 'ulusal azınlık hakları' yerine 'ayrımcılığın önlenmesi' kavramları kullanıldı.
İşte böyle bir tarihsel arka plana sahip olan AB'nin temel felsefesi mevcut 'ulus-devletlerin sınırlarının korunması' ile 'ulusların/halkların kendi kaderini tayin hakkının' birbiriyle çatışan doğasını uzlaştırmaya çalışmak oldu. Örneğin AK'nın (Avrupa Konseyi) bu konudaki tavrına esas olan 1961 tarihli bir raporda bir ulusal azınlığa dahil olan bireylerin diğer grupların üyeleriyle iletişim kurma ve kendi kültürlerini yaşama, kendi dillerini kullanma, kendi seçimleri olan dilde öğrenim görme vb. hakları inkâr edilmiyor ama bunlar 'kamu düzeniyle uyumlu olduğu sürece' diye şarta bağlanıyordu. 1976 tarihli (Meclisimizin yakınlarda imzaladığı) BM Sivil ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi'nde ise azınlıkların çeşitli siyasi ve kültürel hakları sıralanırken etnik, dilsel ve dinsel azınlıklar arasına ayrım konularak ulus-devletler rahatlatılıyordu. Ancak 1989'dan itibaren Çekoslovakya, Yugoslavya ve Sovyetler Birliği'nin etnik temelli küçük devletlere ayrılmaya başlaması ulus-devletlere yönelik tehlikenin henüz savuşturulmamış olduğunu gösterdi.
Kendi kaderini tayin hakkı
Nitekim bu tarihten sonra AGİK/AGİT'in (1973'te oluşturulan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, 1994'ten itibaren Avrupa Güvenlik ve işbirliği Teşkilatı oldu) çıkardığı belgeler ulusal azınlık konularında açık tanımlamalar yapmak yerine siyasi taahhütler olan genel ilkelere gönderme yapmakla yetindi. Türkiye'de AB denince ilk akla gelen 1990 tarihli meşhur Kopenhag İnsani Boyut Belgesi bile ulusal azınlık dillerinin eğitimde, yer ve kişi adlarında, yayın ve iletişimde vb.'de kullanılması hakkını tanırken, halkların kendi kaderlerini tayin hakkına vurgu yapmaktan özenle kaçındı. Bu konudaki küresel ölçütü oluşturan 1992 tarihli BM Ulusal veya Etnik, Dini ve Dilsel Azınlıklara Mensup Bireylerin Hakları Bildirgesi'nde ise defalarca 'uygun önlemler', 'özendirici koşullar', 'uygun/olanaklı/gerekli olduğu takdirde', 'ulusal yasama yetkisiyle bağdaşmayan bir mantıkla değil' gibi belirsiz ifadelere yer verilerek konu devletlerin inisiyatifine bırakıldı. Nitekim 1993'te AK'ya üye olmak için 1950 tarihli Avrupa insan Hakları Sözleşmesi'ne taraf olmak önkoşul kılınmışken, 1996'da Çeçen azınlığa karşı ayrımcılık yapan Rusya ile Krajina bölgesindeki Sırplara karşı tutumu eleştirilen Hırvatistan, AK üyeliğine kabul edildiğinde real politiğin etkisinin hâlâ güçlü olduğu görülecekti. Özetle, AGİT ve AK gibi AB kurumları bugüne dek ulus-devletleri bölme iddialarının tersine, ulusal azınlık haklarının uluslararası alanda tanınmasından kaçınmaya, en azından bunu ertelemeye özen gösterdi. Bu konudaki en önemli adım da 'halkların kendi kaderini tayin etmesi hakkı'nın artık siyasi ayrılma hakkını içeren bir grup hakkı
olarak değil, bireysel insan hakları ve özgürlükler kapsamında değerlendirilmesi oldu.
Barışçıl müdahale örnekleri
1992-1993'te Hırvatistan ve Bosna'daki yaşanan ve dilimize 'etnik temizlik' kavramını katan korkunç olaylar Avrupa'nın tarihinde bir kara leke olarak duruyorsa da Avrupa kurumları bu özgürlükleri yaşama geçirmek için önemli çabalar gösterdi ve göstermeye devam ediyor. AGİK/AGİT kapsamında oluşturulan barışçıl müdahale araçlarından ilki 1989 tarihli, Viyana çözümü olarak bilinen 'İnsani Boyut Düzeneği'dir. Bu düzenek aralarında Müslüman Türk azınlığa baskı yapan Bulgaristan'la Transilvanya'daki Macar azınlığa baskı yapan Romanya'nın da bulunduğu 100'den fazla olaya müdahale etti. 1991 tarihli Moskova çözümü ise ancak dört olayda kullanıldı. Aynı şekilde 1992'de benimsenen ve en önemli girişimi 1995'te insan haklarını ihlal eden Slovakya'yı üç kez uyarmak
olan 'Yıllık Yürütmeyi Değerlendirme Konferansları' da etkin olamadı. Aynı tarihte oluşturulan 'Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiserliği' ise içlerinde Arnavutluk, Estonya, Letonya, Litvanya, Makedonya, Romanya, Slovakya, Moldovya ve Ukrayna'nın da bulunduğu ülkelerde bir dizi olası ulusal azınlık/çoğunluk çatışmasına başarıyla müdahale etti. Bu komisyon, Türkiye'nin talebi üzerine PKK, IRA ve ETA gibi terör ve şiddet uygulamış grupları dışlayan bir karar da aldı. Son olarak, 1999'da İstanbul'da toplanan AGİT zirvesinde Yugoslavya Federasyonu'nun egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi koşuluyla Kosova'da özerkliğe dayalı bir çokuluslu yapıya izin verildiğini, Çeçenistan meselesinin Rusya Federasyonu'nun toprak bütünlüğüne bağlı olarak değerlendirildiğini, Güney Osetya ve Abhazya sorunlarının çözümüne Gürcistan'ın egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunması koşuluyla destek verildiğini anımsatalım.
Bu düzeneklerin dışında Avrupa insan Hakları Mahkemesi, Demokratik Kurumlar ve insan Hakları Bürosu, Uzlaşma-Arabuluculuk Tercihli Sözleşmesi başta olmak üzere, gönüllü aracılık heyetleri, gönüllü raportörler, açık eleştiri, örgüt üyeliğinden uzaklaştırma (AK tarafından 1994'te Türkiye ve Yunanistan'a uygulandı), ticari yaptırımlar, insani karışmalar gibi araçlar da kullanılıyor. Amaç, mevcut ulus-devlet sınırlarına halel gelmeden insan ve ulusal azınlık haklarının korunmasını temin etmek.
Baştaki sorumuza dönersek, tarih bize hem günümüzün ulus-devlet modelinin sorunlara çözüm üretmekte yetersiz kaldığını gösteriyor hem de çeşitli AB kurumlarının ulusal azınlıklar konusunda ilkeli, sistematik ve kararlı bir tutum izlemediğini. Ancak AB'nin Türkiye'nin üniter yapısını bozmayı hedeflediğini düşündürecek kötü bir sicili, ya da üniter yapısını bozduğu bir ulus-devlet de yok ortada. Aksine sorunları çözmek için gösterilen iyi niyetli çabalar ve oldukça başarılı bir müdahale tarihçesi var. Eğer kuşkucular 'ilk kurban' Türkiye olacaktır diyorsa, en iyi yöntem AB sürecine dahil olarak tehlikeyi kontrol altına almak gibi görünüyor.
RADİKAL
YAZIYA YORUM KAT