Umre Günlüğü
LEBBEYK ALLAHÜMME LEBBEYK…
İlk Gün; 27 Haziran 2012, Çarşamba
Ailece, birkaç yıldır Hacc’a gidebilmek zorda olsa, hiç olmasa umre’ye gitmeye, Allah’ın izniyle niyetlenmiştik. Ama başta maddi sorunlar olmak üzere bazı sebeplerden ötürü bu isteğimizi hep erteliyorduk. Bu arada çocuklarda büyüyor, birer birer, yüksekokulun vs. yolunu tutuyorlardı. Düşündük ki, bu işi birkaç yıl daha ertelersek, çocukları bir araya toplayamayabilir ve umre’ye de gidemeyebilirdik! Niyetlendik ve Allah© da bu niyetimizin gerçekleşmesini kendi lütfu inayetiyle sağladı. O’na şükürler olsun! İnşallah hac’da nasip olurdu!
En sonunda maddi imkânlarımızı zorlayarak, bir karar verdik. Umre’ye gidecek, oraları, o mukaddes yerleri görüp ziyaret edecek ve Rabbimize kulluk vazifemizi yerine getirecektik! Hem de birçok ailenin kendi çocuklarını ortalığı kasıp kavuran seküler, laik, giderek yozlaşan ve her açıdan cıvıklaşan materyalist/maddeci ortamda ateşe atmada bir beis görmedikleri dönemde, o yavrularımızı yanımıza alarak, ata yurdu, İbrahim(a)’ın ayak bastığı ve inananlara yurt kıldığı mukaddes topraklara…
27 Haziran günü sabah erken uyanmış yol hazırlıklarına başlamıştık. Toplam yedi kişi, birkaç bavul ve valizle evimizi, yurdumuzu Allah©’a emanet ederek havaalanının yolunu tuttuk. Uçağımızın kalkmasına daha birkaç saat vardı. Beklemeye koyulduk. Ha, bu arada ikindi namazın vakti geçer diye, öğlen ve ikindi namazının ailece cem ettik!
14.45 uçağına yaklaşık hareket saatinden iki saat önce bindik ve hareket saatini beklemeye koyulduk. İlk kez uçağa biniyorduk ve Allah’a şükür ki, hiç birimizde yükseklik korkusu yoktu. Zaten Müslüman’ın gözü de her zaman yükseklerde olmalıydı!
14.45’te hareket eden Suudi Hava Yolları’na ait uçağımız, üç saatlik bir uçuştan sonra aşağıda kum tepeleri ve otsu ve dikenli bitkilerin serapa uzandığı çölleri yüksekten geçerek bir müddet sonra Medine havaalanına vardı! Uçağımız havada iken bir ara Kızıldeniz’in üzerinde uçtuğumuzu gördüm. Ne müthiş bir manzara Firavun’un boğulduğu, Musa(a)’nın kavmine geçit veren Kızıldeniz ayaklarımızın altındaydı. Çöl, deniz ve berrak bir gökyüzü…
Medine’ye varış…
Medine’ye varmıştık. Havaalanı içerisinde bizi bekleyen Türkiyeli tur şirketi yetkilileri pasaport işlemlerimizin hızlandırılması işinde bizlere, sağ olsunlar, yardımcı oldular. Yoksa Arap bürokrasisine birkaç saat takılı kalmak içten bile değilmiş, görebildiğin ve eskiden beri duyabildiğim kadarıyla…
Yolda ağır aksak giden Japon malı eski bir minibüsle yaklaşık yarım saatlik bir şehir içi yolculuğunun akabinde üç, dört gün kalacağımız El-Menazeli Oteli’ne vasıl olmuştuk. Otele yerleştikten sonra akşam namazını kılıp otelin çalışanlarının bir kısmının Türk, Arap ve Malezyalı olan, mutfağında Özbek ve Türkmen ustaların yaptıkları nefis yemeklerden yiyip karnımızı doyurduk.
Biraz istirahat, çay, kahve faslından sonra abdest alıp bir, iki dakikalık mesafede bulunan Mescid-i Nebevi, sekiz, on civarında bulunan Selatin camilerini tümden içerisine alacak kadar içi ve dışı geniş mescit… Bir vesileyle öğrendim ki, mescidin şimdiki alanı döneminin Medine’sinin alanına eşitmiş, zamanla ibadet ihtiyacına binaen tarih boyunca birkaç kez mevcut iktidarlar tarafından yenilenip genişletilmiş… Artık Hz. Peygamber’in huzurunda idik! Ne mutlu bizlere ki, âlemlere rahmet olarak gönderilen yüce insanın misafiriydik. Onun da bize hediyesi Medine hurması ve zemzem suyu idi! İki mübarek şey; ye, iç ve Rabbine şükret!
İkinci günde aynı minvalde geçmişti…
Üçüncü Gün; 29 Haziran 2012, Cuma
Üçüncü gün cumaydı. Bende namaz vaktinden iki üç saat önce mescitte terimi almak için harekete geçip içeride mütevazı bir yer edindim. Oturup Kur’an okdum, nafile namaz kılıp Rabbime dua ve niyazda bulundum. Namaz öncesi yanımda oturan ve ‘şel û şepik’ten oluşan kıyafetiyle altmış, altmış beş yaşlarında adı Salih olarak aklımda kalmış İran Kürdü bir amcayla başta İran, bölge, İran’ın bölgesel ve ulusal politikaları ve İran’ın Kürtlere ve genel anlamda çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu ümmete karşı tutumlarını konuştuk. Amcamız, başta çekinmişti konuşmaya. Ama ısrarım sonucunda bayağı konuşmuş, laflamıştık. Nerdeyse Salih amcayla can ciğer olup çıkmıştık. Türkiyeli Müslüman bir Türk olduğumu, Kürtlerle babamın babaannesi, anneannem ve de sütannem tarafından yeğenlik, dayılık bağlamında bir akrabalığım olduğunu ve anlaşabilecek kadar da Kürtçeye vakıf olduğumu söyleyince Salih amca beni bir yabancı olarak görmemeye başlamıştı. O kadar sohbetten sonra, birbirimize hayırlar dileyerek Cuma namazı sonrası mescidin avlusunda vedalaşıp ayrılmıştık…
Salih amca dışında İran Kürdistanı’ndan gelen Müslümanlar gibi, Medine’de Irak Kürdistanı’ndan bazı Müslümanlarla da tanışıp sohbet etmek imkânım olmuştu. Süleymaniye’den umre için Müslümanlara rehberlik eden tur sahibi Kâmuran, Erbilli/Hewler, Kerküklü ve Tuzhurmatulu Müslüman kardeşlerim gibi… Tuzhurmatu’dan gelen bir amca konuşabilecek oranda Irak Türkmencesini de biliyordu. Bu amcayla yarı Kürtçe, yarı Türkmence laflamıştık, mescitte…
Dördüncü ve Beşinci günler; 30 Haziran/01 Temmuz 2012, Cumartesi/Pazar
Menazeli Otel’de Özgür-Der Diyarbakır Şubesinden umre hediyesi kazanıp gelen gençlerle tanışma ve fikir alış verişinde bulunmak…
Otelde kaldığım ilk günde bir vesileyle Diyarbakır’da bir sivil toplum örgütünün bir yarışmada umre kazanan gençlerinin bu otelde kaldıklarını duydum. Daha sonra otelin lobisinde bir grup gençlerle sohbet ederken, özgür_Der’li olduklarını ve Diyarbakır’dan geldiklerini öğrenmiş oldum. Bende kendimi Özgür-Der’li olarak tanıtınca aramızda birkaç gün sürecek bir arkadaşlığımız oluşmuştu. O arkadaşlar önce Mekke’ye, ardından da Medine’ye vasıl olmuşlardı. Bizse önce Medine, daha sonra da Mekke’ye gidecektik…
Beşinci günde de Özgür-Derli arkadaşlarla muhabbetimiz, çarşı Pazar dolaşmamız ve bir miktarda alış veriş işlerimiz oldu. O akşam, bizim umreye gittiğimiz turun, bizden farklı olarak on günlüğüne umre ziyaretine gelen grupla birlikte Menazeli Otel’den El-İsra Otel’e yerleştik. Bu otel Menazeli’den daha büyük, hizmeti daha profesyonel, ama diğerine nazaran ise biracık ‘soğuktu’ ve mescide yürüme mesafesi olarak yaklaşık beş, altı dakikaydı. Grup içerisinde inşallah ilişkimizin süreceğine inandığım birkaç değerli paydaş ve ağabeylerim olmuştu. İsimleri bende mahfuz…
Altıncı Gün; 02 Temmuz 2012 Pazartesi.
Medine çarşılarında hayatın izini sürmek; İstanbul-Hicaz Demiryolu’nu ziyaret ve Hamidiye Camii… Sabah namazını kıldıktan sonra rutin yeme, içme merasimi sonrası bir miktar dinlendikten sonra mescidin avlusuna sınır Cennetü’l-Baki mezarlığına yolum düşmüştü. Geniş bir alana yayılan mezarlıkta sembolik olarak bir, iki mezar dışında belirli bir mezar yoktu!
Hicaz Demiryolunun son durağını ve bir Osmanlı yapısı olan Hamidiye camiini ziyaret edip, dönerken pazardan yaklaşık on riyale kutu içerisinde çekirdeksiz Medine üzümü almış çocuklarıma ikramda bulunmuştum!
Orası, adeta insanın dünyaya çıplak geldiği ve oradan da çıplak gideceği mesajını iletiyordu! Ama gözlemleyebildiğim kadarıyla mezar dahi olsa taş, toprak vs. yapılardan hoşlanan, oraları hiçbir kısıtlama olmazsa tapınak haline getirme konusunda tereddüdü olmayacak Şii, Sünni vb. insanların o manzaradan hoşlanmadıklarını ve Suudileri kısık bir sesle, ya da sessizce içlerinden topa tuttukları gözümden kaçmıyordu! Önemli olanda ölümün doğum ve yaşam gibi hak olması ve Sünnetullah çerçevesinde değerlendirilmesiydi, aslında…
Var olan mevcuttan hoşlanmasak da; İyi ki, orada şimdilik kaydıyla Vahhabilik vardı, vesselam diyelim!
O gün elimden geldiği kadarıyla Medine’yi, daha doğrusu mescidi mehaz alıp gidebileceğim yere kadar gitmek ve orayı gezmek, çarşılarında dolaşmak, halkın durumuna muttali olmak aşkıyla elimden geldiği kadarıyla dolaşıp durdum. Yeri geldi, oraya özgü bitpazarlarını- çoğunda Afrikalılara yönelik basit elbiseler satılıyordu- İngilizce ve Arapça kitaplar satılan kitabevlerini dolaştım, bizden bir şeyler aradım. Yeri geldi Arapça, ‘Mat’am’(Yemek Yeri) denilen lokantalarını, incik, boncuk satan küçük dükkânları, bir kısmını Türklerin ve Özbeklerin çalıştırdığı kuyumcu dükkanlarının önünden geçtim…
Şunu gördüm ve müşahede ettim; Mescide paralel sokak ve caddelerin, dükkân ve sair işyeri bağlamında, blok olarak Türklere, İranlılara, Pakistanlılara, Bangladeşlilere, Malezyalılara, Afrikalılara hizmete yönelik hizmetlerde bulunuyorlar. Zaten çoğunun çalıştırıcısı da ya Türk/Özbek, ya Pakistanlı, ya da Bangledeşli. Kitapçı, sarraf, kuyumcu veyahut ta yeme içme işi üzerine kurulu dükkânlar…
Yedinci ve sekizinci günler; 03/04 Temmuz 2012 Salı-Çarşamba
Medine’de son turlar ve umre havasına girmek… Salı günü Medine’de son turlarımız atıp namaz, niyazdan sonra Medine’de son günlerimizi kaldığımız İsra Otel’e döndük. Bizi bir, iki saat sonra gireceğimiz ihram telaşı sarmıştı. Dünya gözüyle hayatın içerisindeyken ilk kez günlük elbiselerimi çıkarıp ‘iki parça’ beze sarılacaktım. Anlatılması imkânsızdı ve müthiş bir duygu veriyordu, insana…
O saatte geldi ve ihramlı olarak otelimizden ayrılıp bizi kutsal Bekke vadisine ve Mekke şehrine, yani Kâbe-i Muazzama’ya götürecek otobüse yaklaşık kırk-elli kişilik bir grup olarak bindik. Yolda salavatlar, tehliller getirerek, heyecan içerisinde yarı uyanık, yarı uykulu bir halde 420 kilometrelik yolu aşmaya çalıştık. Bir müddet sonra Zü’l Hulefa’da bulunan mescitte iki rekât namaz kılıp umreye niyetlendik. Artık istediğimiz her şeyi yapamayacaktık! Avlanamayacaktık, tırnaklarımızı kesemeyecek ve kıllarımızdan bir miktar bile olsa, koparamayacaktık! İşin içerisinde bulunan, ama bize zahir olmayan hikmeti de böylece hissetmeye çalışıyorduk!
Ezan vakti Mekke’ye vasıl olmuştuk. Artık, ihramlı olarak umre niyetiyle tavaf ve say’ mesaimiz başlayacaktı. Yaklaşık üç, üç buçuk saat içerisinde umremizi –Rabbim kabul etmiştir, inşaallah- tamamlayıp, işletmesini Türkiyeli bir turizm şirketinin yaptığı El-Bustan Kerim oteline vardık. Sabah kahvaltısı ve bir iki saatlik dinlenmeden sonra tekrardan Kâbe’nin yolunu tuttuk.
Dokuzuncu, Onuncu ve On Birinci Günler; 05/ 06/ 07 Temmuz 2012 Perşembe-Cuma-Cumartesi
Kâbe’de Cuma namazını kılıp tekrar otele dönüp biraz dinlendikten sonra, yani qaylüle yaptıktan sonra tekrar Kâbe’yi tavaf etmiştik. Bu sırada da Mekke’yi tanımak için sıcaklar izin verdiği oranda, çevreyi dolaşmaya çıktım. Kâbe’nin içinde huzur ve hizmet insanı gönendirirken dışında ise çelişkiler say ki bitmez! Sanki dersin belki bir medeniyet ölçütü olan İslam buraya hiç uğramamış gibi; her taraf, cadde ve sokaklar kirden, tozdan, su birikintilerinden geçilmiyor! Hatta insanın, ağırına gidiyor, ama buradaki insanların önemli bir kısmını, herhangi bir batı, ya da daha bizdenlikli olacağından, İslam tarihi döneminde müstesna olabilmiş ve o minvalde yaşamını sürdürebilmekte olan Müslüman şehirlere götürüp yapılması gerekenleri bizzat yerinde müşahede ettirmek!
Kâbe’nin çevresini kuşatan bir yığın otelin yıkılmakta olduğunu gördük, bir kısmının da yıkım kararı beklediğini öğreniyoruz. Aslında tam bir planlama(sızlık) rezaleti yaşanıyor desek abartılı olmaz, hani… Bu kadar zenginliğe, şatafata rağmen aşamalı bir anlayış hiçbir konuda işlemiyor, adeta akıl yerine duygular ve ihtiraslar söz konusu. Yanlış anlaşılmasın bu duygular pastadan yeterince yararlanamayan zavallı halktan değil, kral ve taifesi için geçerli. Halk sadece olan biteni denetimli bir çaresizlik içerisinde izleyebiliyor, o kadar…
Yapıldığı gibi, ani ve anlamsız bir kararla da yıkılması gündemde olan oteller mezarlığı adeta Kâbe’yi, harem’i işgal ve istila etmiş. Burada sert kafalı bir bedevi mantık söz konusu… Bedevilikleri aşıp hadari olabilirsek, Kâbe’de kurtulur, her şey kurtulur, ümmette! Ha, buna da vurgu yapalım; orası ümmetin ortak malıysa, oranın yönetimi de eşit bir şekilde Müslüman halklara bırakılmalıydı. Bu bir haktı sonuçta!
Yaramız derin, ama nedense kanamayı durduramıyoruz!
On İkinci ve On Üçüncü Günler; 08/ 09 Temmuz 2012 Pazar-Pazartesi
Bu üç gün içerisinde bazı ziyaretler gerçekleştirme imkânımız oldu. Hudeybiye çölüne vardık. Antlaşma alanında gezindik. Hudeybiye’ye giderken şahit olduk, Allah’ın bir hikmeti olsa gerek, yolun bir tarafı yeşillik, çimen, ağaçlık ve haliyle de serinlik; diğer tarafı ise, çöl ve taşlık arazi. Çölde çıplak ayaklarla yürüdük, bata çıka kum tepelerine çıktık, yüksekte kumlar asında koşu düzenledik, tabii kiçıplak ayaklarla… Bizleri çağıran, misafir eden deve çiftliği sahibinin ikram ettiği –tabii ki, parasını vermiştik- deve sütü içtik. Deve çiftliği dediysek de öyle devasa bir tesis ve alabildiğine geniş olmayıp yaklaşık iki yüz,üç yüz metrekarelik bir alanı kapsıyordu ve sekiz, on devesi vardı! Sütün tadı güzel ve ekşimsiydi. Yol ve kum tepeleri arasında taşlık arazi ve deve dikenleri, arada sırada da rahvan giden sürücülü Arap atları çöle ayrı bir anlam katıyordu. Ve yolun karşı tarafında da üzüm bağları zıtlığı kendini ortaya koyuyordu.
O gün ikindi sonrasında Hudeybiye’den geçerken Bedir kuyularına da den gelmiştik! İnmedik, sadece arabamızın penceresinden bakıp bol bol, çevreden görüntü almıştık. Daha sonrası Mekke’ye döndük. Mekke’nin az ilerisinde şehir sınırları içerisinde göründüğü kadarıyla müşterisi bol olan bir tavuk restoranda tesadüf etmiştik. Girenin, çıkanın haddi hesabı yoktu. Anlaşılan Mekkelilerin yeme içme kültürü değişime uğramıştı. Geleneksel hurma, zemzem ve et yemeği yerini batılı yaşam tarzına bırakıyordu, ya da çoktan bırakmıştı…
On dördüncü ve On Beşinci Günler; 10/11 Temmuz 2012 Salı-Çarşamba
Salı günü bizi bir sancı tutmuştu, bunca çelişkisine rağmen Mekke’den ayrılmak… Daha iki günümüz olmasına rağmen, yüzlerimize hüzün çökmüştü. Bizde son tavaflarımızı yapmaya çalışıyor, hemen her fırsatta dönüp dönük Kâbe’ye bakıyor, çevresinde dolaşıyor ve oradan ayrılmak istemiyorduk. Yeme, içme, uyuma ve dinlenme ihtiyacımız olmasa idi, Kâbe’de tavaf edip, revaklar arasında serin yerlerde oturup Kurân tilavet edip, ara sıra okunan ayetlerin Trükçe mealine bakmak, susadıkça da biraz ileride duran fıçılardan bardak, bardak zemzem içmek, hiç bitmesini istemediğimiz şeylerdendi. Zaten çoğu zamanda otelden Kâbe’ye varınca öğlen, ikindi ve akşam namazlarını kıldıktan sonra otele döndüğümüz vaki oluyordu.
Bizden önce, ya da bizden sonra gelip bizden bir gün önce, ya da bir iki gün sonra Mekke’den ayrılan kardeşlerimiz oluyordu. Bizim gibi önce Medine’ye gelenler, daha sonra Mekke’ye gidiyor, umre ve tavaftan sonra Cidde üzerinden Türkiye’ye dönüyorlardı. Ya da Önce Mekke’ye vasıl olanlar da, bilahare Medine’ye gidiyorlar ve ziyaret bitiminde de Medine’den uçağa binip ülkelerinin, şehirlerinin yolunu tutuyorlardı.
Dedim ya Mekke’den ziyade Kâbe’den ayrılmak, ondan ayrı düşmek insana zor geliyordu. Sanki gurbete gidecekmişiz gibi, hepimizde tarifi imkânsız duygular ve hüzün hâkimdi. Akşamdan hazırlığımızı yapıp yüklerimiz denkleştirip sabahı bekledik. Yükümüz ıvır zıvırlar, zemzemler ve bir iki koli hurma…
Saba namazını yine mutat olduğu üzre Kâbe’de kılıp, aceleden bir kahvaltı yapıp rehberimizin yol göstericiliğinde yaklaşık seksen kilometrelik bir yolu aşıp yedi sıralarında Cidde’ye vasıl olmuştuk. Pasaport işlemlerimiz bir hayli sürmüş bürokratik işlemden geçmiştik. Artık bineceğimiz uçağın hareket saatini beklemeye koyulmuştuk. Çocuklar yerlerinde otururken, ben havaalanı içerisinde bulunan bazı mağazaları ve Bookstorları dolaştım. Cidde tamamen Suudi’nin batıya açılan bir kapısı niteliğindeydi. Mekke ve Medine’de görmediğimiz bazı manzaraları burada ve İstanbul’a yolculuk esnasında uçakta alabildiğine gördük!
Ya başı tamamen açık, ya da yarım başörtülü Arap ve diğer Müslüman ülke kadınları. Bookstorlarda satılan kitapların önemli bir kısmı İslami konuları içeren İngilizce ve kısmen de Arapça kitaplar. Birde Nestle türü çikolatalar, şekerlemeler, hediyelik eşyalar. Anlaşılan buralarda bizdeki gibi –arada sırada da olsa ortaya koyduğumuz- Amerikan ve Yahudi mallarını protesto geleneği henüz oluşmamıştı! Demek ki, mücadele ve protesto geleneği genlerimizde vardı! Ne de olsa Türkiyeliydik; Türktük, Kürttük vs…
Üç saatlik bir yolculuktan sonra Yeşilköy de bulunan havaalanına vasıl olmuştuk. İnince içimizi bir yabancılık hissi kaplamıştı. Ki, esas yurdumuz orasıydı; atamız İbrahim(a)’ın Hacer anamızı ve oğlu İsmail’i Allah(c)’ın emr-i mucibince bıraktığı Bekke vadisi…
Bunca sıkıntılarına, havasının sıcaklığına rağmen umreye gitmek, umre ve tavaf etmek, rasul(a)’ misafir olmak, oraları tanımak ve ne yazık ki bir yığında çelişkilerle dönmek! Kısmetse Hacc’a, genel kongreye, Müslümanların belli bir bilinç içerisinde ümmetin dirliğini sağlamak adına o büyük güne… Hayrolur inşallah…
YAZIYA YORUM KAT