Ulusalcılar mutabakatı bozar mı?
Bazıları Türk ordusunun sadece içeride sükunu sağlamakla yetindiğini, gerektiğinde savaşmadığını iddia eder. Bunun doğru olmadığını 1974'te Kıbrıs'a yapılan iki çıkarmadan biliyoruz. Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra asker, hem Kore'de savaşa katıldı hem de Kıbrıs'ta savaştı.
Ancak sıra Irak veya İran'a geldiğinde istekli olmadığını belli ettiğini biliyoruz. Bunun sebebi, önceki yazımda belirtmeye çalıştığım sebepler dolayısıyla, Türkiye'nin Araplara ve İslam dünyasına karşı sıcak bir çatışmaya girmeme gibi yazılı olmayan bir mutabakata sahip olmasıdır.
Söz konusu mutabakatı ilk defa Turgut Özal bozmaya yeltendi; ilk Körfez Savaşı'nda Türkiye'nin Amerika ile beraber Irak'a girmesini istedi. Amerika ve sivil irade dayatınca yapılabilecek tek şey vardı; sorumlu mevkide olan en tepedeki askerin istifa etmesi. Öyle oldu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay, tereddüt etmeden istifa etti. Torumtay, 1994 yılında yayımladığı anılarında bu konuya açıklık getirdi. Arkasından Tansu Çiller, bir ara Türkiye'nin İran'a hava saldırıları düzenleyebileceği yolunda imalarda bulundu, aynı şekilde generaller böyle bir kombinezonda rol almayacaklarını ihsas ettiler. 1 Mart tezkeresi, Turgut Özal'ın hatasını tekrar eden bir teşebbüs idi, şükür bütün Türkiye ayağa kalkarak Osmanlı'dan kopup gelen Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana özenle koruduğu bir mutabakatın bozulmayacağını göstermiş oldu. Son örnek, NATO, Afganistan'a muharip asker talep ettiğinde Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın neredeyse refleksif olarak "Bizim Afganistan'a muharip olarak göndereceğimiz tek bir askerimiz yok" demesidir.
Bütün bunlar bize şunu gösteriyor: Türkiye, Batı ittifakının bir üyesidir, AB üyelik sürecindedir, Batı dünyası ile organik ilişkileri vardır ve belki de ittifakın en sadık üyesidir. Ancak ittifaka ve Batı dünyasına karşı her taahhüdünü yerine getirse de, kendisinden İslam alemine karşı fiilen çatışmaya girmesi talebinde bulunulacak olsa, bunu asla kabul etmeyecektir. Bu, 70 milyonun mutabakatıdır. Çünkü Türkiye, günün birinde Ortadoğu'ya veya İslam dünyasına dönecekse -ki küresel zorunluluklar ve bölgesel şartlar giderek bunu gerektirir hale geliyor- bunu askeri işgalle değil, "yumuşak gücü"yle yapacak; aile fertlerini, akraba ve taallukatı zamanın ruhuna uygun yöntem ve enstrümanlarla bir araya getirecektir. Türkiye ne işgalci olur, ne başkaları adına tetikçiliği kendisine yedirir. Her şeyin bir zamanı vardır.
Eğer küresel sistem, bölgede istikrarı, barışı ve düzeni kurmak istiyorsa, zücaciye dükkanı hükmündeki bölgeye fil gibi dalamayacağını anlamış bulunmaktadır. Filistin, Lübnan, Irak ve Afganistan deneyimlerinin herkese bu hakikati öğretmiş olması lazım. Amerika, Türkiye'yi özne olan bir müttefik olarak algılamalı, ona fikrini sormalı ve empoze etmeden bölgenin iç dinamiklerini kaale alarak düzenlemelere onay vermeli. Bu gerçeği en başta Amerika, sonra AK Parti ve onun dış politika haritasını çizenler ile son olarak "ulusalcı kesimler" anlamalıdır.
"Ulusalcılar"a dikkat etmeli. Her ne kadar AK Parti'ye karşı muhalefet gösteriyorlarsa da, arzuladıkları ABD'nin gözdesi olmak ve 1 Mart tezkeresiyle ABD'nin yapamadığını onunla iş tutarak yapmaktır. Bunun kanıtı, ulusalcıların pirinin ABD'ye gönderdiği mesajlar ve elbette ulusalcıları hararetle savunan ve Başbakan Erdoğan'ı "faşist lider" ilan eden Michael Rubin'in bitmek bilmeyen ajitasyonlarıdır. 'İslamofaşist' kavramının mucidi Rubin, 27 Nisan e-bildirisini destekliyor, Neoconların bölge ile ilgili operasyonlarına yeterince cevap veremeyen AK Parti'yi devirip yerine ulusalcıları getirip Türkiye'yi bölgeye askeri bir güç olarak sürmek istiyor. Neoconların hedefleri arasında kasım seçimlerinden önce İran'ı vurmak ve Afganistan'ı zapturapt altına almak var, bunu Türkiye'nin askeri gücünü kullanarak gerçekleştirmek istiyorlar. Umarım, Boğaz'ın suları gibi üstten hızlı anti Amerikancı görünen ulusalcılarımız, altta Amerikancılık yapıp bu tarihi mutabakatı bozmaya kalkışmazlar.
Zaman gazetesi
YAZIYA YORUM KAT