Ulusal Sınırlara Mahkum Kardeşliğimiz!..
Kuzey Irak Bölgesel yönetiminin 26 Eylül günü gerçekleştirdiği bağımsızlık referandumu kamuoyunu uzun bir süre daha meşgul edecek gibi duruyor. Cumhuriyet tarihinin ‘bölünme’ ‘toprak bütünlüğü’, ‘dış tehdit’ vb. milliyetçi refleksleriyle, referanduma karşı çıkan önemli bir çoğunluk söz konusu! Burada bir halkın iradesine ipotek konulmasını tartışacak değilim! Ancak kopartılan gürültünün tarihsel izdüşümüne bakmak, faydalı olur kanaatindeyim..
Bu karşı duruşun köklerini incelediğimiz vakit karşımıza, Westfelya Antlaşması ile temelleri atılan, ulus-devlet yapılanması çıkar. Geleneksel olandan modern olana geçişte, serbest egemenlik alanlarına sahip, imparatorluklar son bulur. Artık sınırları belli olan bir ‘toprak parçası’ üzerinde, ‘homojen’ bir halkın egemeliğini temsil eden, siyasal sistemler vardır!
Osmanlı’da da sınırlar geçişken ve belirsizdir. Egemenlikler de sınırlarda tam olarak tespit edilemeyen şekilde iç içedir. Cumhuriyetin kabul ettiği rejimle sınır ve egemenlik anlayışı değişir. Modern devletin kurulması, önce ülke sınırlarının belirginleştirilmesi, sonra halk egemenliği anlayışının benimsenmesiyle gerçekleşir.
Modernizmle ortaya çıkan ulus-devlet sistemi, siyasal dönüşüm açısından radikal etkilere sebep olur. Siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan bir bütünlük oluşturan toplumlarda çok sayıda yeni devletin kurulması, birçok iç çelişki ve dinamiklerin devreye girmesine neden olur. Örneğin, sınır kimlikleri ile darü’l-İslam benzeri kimliklerin arasındaki uyumsuzluk, kimlik ve meşruiyet problemleri yanında, gerilim alanlarını da tetikler.
Sözkonusu uyumsuzluk ve gerilimler bugün bile İslam coğrafyasında devam etmektedir. Yeni varlık rejimi, ‘Westfalya düzeni’dir. 20.yüzyılın ilk çeyreğinde, İslam dünyasına da dayatılan bu ulus düzeni, müslümanların ümmet olma bilincinin verdiği evrensel yapıya dar gelir! Bu uyuşmazlık teorik ve pratik alanda onarıl(a)maz yaralar açar.
Birlik içinde çokluk anlayışı, yeni sistemin ‘homojenleştirici’ karekteriyle çelişir. Osmanlı millet sistemi ile Avrupa’nın Westfelya sistemi arasındaki uzlaştırılması güç çelişki ve bu çelişkiden kaynaklanan mücadele Osmanlı’nın dağılmasına kadar sürer!
Misak-ı Milli belgesi, 28 Ocak 1920’de toplanan Meclis-i Mebusan’da kabul edilir. Belge Mondros sonrası Osmanlı’nın sınırlarını belirler. Bugün konumuzla da alakalı olduğunu düşündüğümüz sınır tartışmaları için, o gün alınan kararlar ilgi çekicidir.
“Arap çoğunluğun yaşadığı ve işgal ordularının denetimi altında olan yerlerin geleceği, halkın serbestçe bildireceği oylar ile belirlenecektir.”
“Ahalisi özgür olunca oylarıyla anavatana katılmış olan Kars, Ardahan, Batum için gerekirse halkın yeniden oyuna başvurulmasını kabul ederiz.”
“Batı Trakya halkının durumu da halkının özgürce açıklayacağı oya bağlı olarak gerçekleşmelidir.”
Misak-ı Milli, milliyetçi programın temel beyannamesidir. Ancak bu beyanname, sadece Türk ulusal egemenliğini değil, bütün müslüman Osmanlı’nın egemenliğini savunur. Misak-ı Milli’nin hiçbir yerinde Türk sözcüğü geçmez. Bilakis Osmanlı-İslam ibaresine vurgu vardır. Bununla birlikte, bugün şiddetle karşı çıkılan halk oylamasına gidileceği, özellikle belirtilir!
Cumhuriyet açısından Misak-ı Milli iki noktada önemlidir. Osmanlı’nın varlık alanından mutlak bir kopuş ve ulusal kimlik inşa etme girişimine meşruiyet sağlamasıdır. Yeni vatan anlayışı bir yandan Osmanlı-İslam karşıtlığı esasına dayandırılırken, diğer taraftan etnik bir kimliğe büründürülür. Oysa ki ‘vatan’ kavramı Osmanlı’da oldukça farklı anlaşılır.
19. yy’da kavram; Cevdet Paşa’ya göre; Türk askeri için ‘köy meydanı’ndan başka bir şey değildir. Namık Kemal için; Osmanlı İmparatorluğu’dur. Ziya Gökalp; ‘vatan ne Türkiye ne Türkistan’dır, o geniş Turan ülkesidir’ der. Said Halim Paşa; ‘bir müslümanın vatanı şeriatın hüküm sürdüğü yerdir’ diyerek konuya dahil olur.
Yeni vatanın elit kadrosunu önemli sorunlar beklemektedir. Misak-ı Milli sınırları içinde kalan etnik, dil ve din çeşitliliği, yeni rejimin tekil yapısıyla örtüşmez! Türk ulusunun tanımı ve bu sınırlarda yaşayan nüfusun bağlılığının nasıl kazanılacağı önemli bir problemdir. Siyasi seçkinler insanları, Türk ulusu kalıbına dökmek ve sınırın öteki tarafında yaşayan, başka ulus kurma projelerinin bir parçası olmuş (olacak) halklardan ayırmak zorundadır!
Dine reva görülen ‘sakıncalı’ etiketi nedeniyle toplumlar, dil üzerinden ayrıştırmaya tabi tutulur! Oysa kimlik ne tam olarak dil, ne de din eksenli değildir. Güneydoğu’da insanlarla kurulan ortaklık din üzerinden ve nüfusun çoğunluğu Türkçe bilmez!
Ulus-devlet anlayışının bir başka çelişkisi, 1923’te yapılan ‘nüfus mübadelesi’nde yaşanır. Türkçe’den başka bir dil bilmeyen, Karaman’lı Ortadokslar Yunanistan’a, karşılığında hiç Türkçe bilmeyen ama Müslüman olan, birçok insan Türkiye’ye getirilir ve ‘milli devlet’in yurtdaşı yapılır! Milliyetçi, vatancı mübadele olarak görülen bu olay, aslında Rum Ortadoks ile Osmanlı Müslüman mübadelesidir.
Devletin ideolojisi ile mekansal çelişkisi de oldukça açıktır. Ulus-devletin mekansal zemini Anadolu’da, Türk ideolojisinin kökenleri ise, Orta Asya’da yani mitolojik anavatanda aranır.
Kemalist ulusçuluk, seküler bir ‘şimdi’ oluşturmak için ‘geçmişi’ de sekülerleştirir. Böylece yeni devletin kurucuları bir taraftan, Doğu ya da İslam ümmeti ile arasına maddi ve manevi sınırlar örerken, diğer taraftan Batı ya da ‘uygar dünya’ ile arasındaki sınırları kaldırmanın çabası içine girer. Böylece, ‘ideolojik sömürgeleştirme’nin kapıları sonuna kadar açılır!
Türkiye’de sınırlara yönelik sembol ve söylemler de oldukça dikkat çekicidir. Sembollerden belki de en önemlisi ‘Hatay’ın anavatana katılması’dır. 1936’da bölgeye Hatay adı verilir. ‘Bilimsel’ Güneş-Dil Teorisi’yle, Orta Asya Hatay devletinden, ‘Eti-Ata-Hata-Hatay’ kelimelerin, Türkçe aynı kökten türediği keşfedilir! Ve Hititliler ile İskenderun-Antakya yöresinde yaşayanların Türklüğü ispatlanmış olur! Hatay 1939’da referandum sonucu Türkiye’ye katılır!
Misak-ı Milli ilan edildiği vakit Hakkari’nin de bağlı olduğu Musul sınırlara dahildir. Ancak Batılı devletlerin müdahalesi sonucu Musul kapsama alanından çıkarılır! Ulus-devletin sınır bilinci için ‘iç mekanın vatanlaşması ve dış mekandan ayırt edilmesi’ gerekir. Hakkari Musul’la olan organik bağına rağmen bu ayrıştırmaya tabi tutulur.
Sınırlar ulus-devletin egemenliğinin ve şerefinin sembolü olur! ‘Hudut namustur’ anlayışı hakimdir. Ulusal topraklar, namusu korunması gereken bir kadın olarak tahayyül edilir. Sınırların yaşadışı yollarla ihlal edilmesi, topraklara dair yıkıcı bir girişimde bulunulması ulusal bedene ya da ‘dişileştirilmiş’ vatana tecavüz olarak algılanır!
‘Hudut namustur’ söylemi, ‘vatanın parçalanması’ paranoyasıyla, yani ‘sevr sendromu’ ile yakından alakalıdır. Sınır karakollarının çatılarında yazılı bu ifade de, muhtemel bir parçalanmaya karşı nasıl bir ulusal refleks sergileneceği ortadadır!
Bu refleksi birçok devletin uluslaşma sürecinde görmek mümkün. Afsaneh Najmabadi, ‘Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplenmek, Korumak’ adlı makalesinde, İran devletinin inşa sürecini anlatır. Süreçte vatan/kadın için duyulan arzu, bir erkek arzusu olarak inşa edilir. Ona sahip olmak, onu görmek, ona hayranlık duymak, onu sevmek, korumak ve düşmanlara/rakiplere karşı onun uğrunda ölmek arzusudur bu!
Kişinin vatanı ve milleti uğruna ölmesi ve öldürmesi ulus-devlet vatandaşlık anlayışının en büyük ödevlerindendir. Bu ödevlere bir takım kutsallıklar atfedilir. 20. yüzyılın büyük savaşlarını olağandışı kılan şey, ölen insanların sayısının emsalsizliği değil, bu kadar çok insanın ölüme ikna edilebilmesidir!
Sınırların öteki tarafı ile ayrışmanın katılaşması, çoğu zaman yaratılan çatışma ortamlarında şekillenir. Oysa öncesinde sınırların ince, seyrek, hatta kaybolmaya yüz tuttuğu söylenebilir. Bunun en bariz örneği; Osmanlı ile onun varisi olan Türkiye’nin sosyo-kültürel farklılıklara karşı takındıkları tavırdır! Türkiye, ulusal kimlik inşasında çatışmadan beslenmiştir! Hain Araplar, bölücü Kürtler, kadim düşman Yunanistan ile ‘dört tarafı düşmanla çevrili aziz vatan’ anlayışı, hakim anlayıştır!
Oysa sınır denilince, onu sadece tel örgü, sınır taşları ve duvarlar olarak algılayan anlayış ‘devletçi mantık’tır. Bunun yanında ‘zihinsel sınırlar’ asıl sınırların oluşmasındaki gizli ayrımlardır! Kültürel çeşitliliğin kabul edilmemesi, yeni ve güçlü sınırlar olarak ortaya çıkar! Çünkü bu farklılıkları kabul etmemek çatışma, çatışma ise kimliğin kemikleşmesi demektir!
Kuzey Irak’ta yaşanan referandum, ne ilk ne de son olacak! Bu durum, dünyanın sonu değil! Bölgedeki maslahat, ilişkiler, dengeler vs. konuşulabilir. Ümmetin dağılmışlığına yönelik analizler yapılabilir, ideal olan arzu edilebilir, ancak realitenin de gözardı edilmemesi gerek!
Sınırlar devletler için güvenlik ve savunma hatları olarak görülürken, halklar için ayırıcı ve engelleyici olgulardır. Dolayısıyla bütünlüğü ve güvenliği önceleyen resmi görüşün, sınırlarla sosyal hayatları bölünen, onunla veya ona rağmen hayatlarını devam ettiren insanları anlaması beklenemez!
Modernitenin ulusalcı, seküler ve seçkinci homojenleştirme kompleksinden doğan şiddetin, sönük ve kaybolmaya yüz tutmuş etnik ve kültürel farklılıkları yeniden alevlendirdiğini görmeliyiz! Ulus-devlet paranoyası ile fiziksel olarak hapsedildiğimiz sınırlara, kültürel çeşitliliğin reddi ve milliyetçi yaklaşımlarla, zihinsel hapsimizi de ilave etmeyelim!
Modernleşme, merkezileşme ve laikleşmeye verilen önem, bugün yaşanılan birçok sorunun temelinde yatan yaklaşımlar olarak dağ gibi karşımızda durmakta. ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir’ ilkeselliğinden, ‘bir lokma ekmeğe muhtaç olacaklar’ ilkesizliğine düşmemek hepimiz için erdem olmalı. ‘Ancak müminler kardeştir’ ayeti kerimesi gereği aramızdaki sınırların kalkması umuduyla..
YAZIYA YORUM KAT