Ulus Devletin ‘Sünnileştirme’ Misyonu
Resmi tarihin yalanlarıyla yüzleşme ve resmi ideolojinin dayatmalarıyla hesaplaşma konusunda Türkiye toplumunda giderek artan bir istek göze çarpıyor. Ancak bu alanda sergilenen çalışmalar yaşadığımız sorunların birincil faktör ve aktörleriyle yüz yüze gelmek hususunda yeterince cesaret ve ferasetle donanımlı mı acaba? Sorunun cevabı önemli çünkü ne düne ait ne de bugün veya yarına ait problemli alanlar için tali yollarda dolanıp durarak meselelerin halli mümkün değil.
Bazı yüzleşme ve hesaplaşma alanları var ki, söylem düzeyinde çeşitli kesimler üzerinde yeni birtakım hegemonyalar kuruyor, yaygınlık kazanması dolayısıyla da maalesef bir türlü ciddi olarak tartışmaya açılamıyor. Fakat işin tuhaf tarafı bu isabetsiz yüzleşme ve hesaplaşmalar en az resmi tarih ve resmi ideoloji kadar sorun oluşturuyor.
Kemalist kadroların devlet tecrübeleri esnasında edindikleri psikolojik savaş formasyonu, sosyalist ve liberal kadrolarınsa uluslararası tecrübelerden tercüme edilen propaganda imkânları var. Bu imkân onlara Müslüman halka karşı yoğun bir biçimde kullanabilecekleri hegemonik söylem üretme fırsatı veriyor.
Türkleştirir Ama Neden Sünnileştirsin?
Öteden beri Cumhuriyet rejiminin Alevileri Sünnileştirdiği şeklinde bir iddia var. Cumhuriyetin sadece Kürtleri, Lazları, Çerkezleri değil Türkleri de Türkleştirdiği, Türkçüleştirdiği, Atatürkçüleştirdiği bir vakıa ama bu Sünnileştirme siyaseti ne zaman, nereden çıktı acaba? Bu soruyu “Dersim’in Kayıp Kızları” kitabı ve belgeseline imza atan Nezahat ve Kazım Gündoğan çiftinin Star’dan Fadime Özkan’a verdikleri bir mülakat dolayısıyla sorma ihtiyacı hâsıl oldu.
Fadime Özkan, Dersim Harekâtını hazırlayan sebepler ve daha önemlisi ortaya çıkardığı sonuçları üzerine Nezahat ve Kazım Gündoğan çiftine gayet yerinde ve ufuk açıcı sorular sormuş. Röportaj okuyucuya “Dersim’de önce katliam yapıldı, sonra kızlar subaylara pay edildi” şeklinde sunulmuş. Dersim’de yaşanan derin acılara, maruz kalınan tarifi imkânsız dramlara dair dikkat çekici paylaşımlar bu vesileyle bir kez daha gündeme gelmiş. Çok da iyi olmuş.
Ne var ki gerek bazı sorularda gerekse bazı cevaplarda enteresan bir biçimde Dersim harekâtının hedefleri Kırmancı ve Kızılbaşlık-Alevilik kimliğini Türkleştirme ve Sünnileştirme siyaseti üzerinden izah ediliyor. Mesela Özkan, Cumhuriyetin muteber vatandaşına ait sıfatları sayarken “Türk, Müslüman, Sünni, laik, modern olma” kimliklerini sıralıyor. Kazım Gündoğan da aynı zihniyetin medeni olma şartını hatırlatırken “Türk ve Sünni olmak” şartına atıf yapıyor.
Dersimlilerin, Alevi-Kızılbaşların Osmanlıyla yaşanan sorunlar nedeniyle laik cumhuriyete neden ve ne kadar geniş bir kredi açtıklarına dair söylenenler “aşkın gözünün nasıl da kör olduğuna” dair önemli göstergeler içeriyor. Şeyh Said gibi isyanlar karşısında Atatürk’e ve devletine ilan edilen sadakatin en temel sebebi Hacı Bektaş’ta verilen “Biz hilafeti tasfiye edeceğiz” sözüdür. Öyle ki Kazım Gündoğan’ın söyleyişiyle “Koçgiri’de Alevi katliamı yaşanınca Dersimliler irkiliyorlar ama yine de güveniyorlar cumhuriyete.” Benimsedikleri, sığındıkları Mustafa Kemal ve Cumhuriyeti tarafından Alevi-Kızılbaş toplumuna reva görülen muamele uzun dönemler bu minval üzerinde sürüp gitmiştir.
Türkleştirmek, Türkçüleştirmek devletin inkâr edilemez resmi politikasıdır. Ancak en başta toplumun kahir ekseriyetini oluşturan Sünni İslami kesimler bu Türkleştirme politikasının kurbanı olurlar. Kur’an alfabesinin ve eğitiminin yasaklanması, ezan ve haccın yasaklanması, tesettüre karşı geliştirilen engellemelerle sadece Sünnilik bir bütün olarak İslam toplumsal hayattan silinmek istendi. Peki, bu devlet aklını mı oynatmış ki Alevi-Kızılbaş toplumunu Sünnileştirmek gibi bir siyasetle kendini inkâr edercesine ayağına kurşun sıksın.
Atatürksüz Alevilik Hiç Aklınıza Gelir mi?
5 ila 10 yaş arasındaki sağlıklı ve güzel kız çocuklarının merkezî ve planlı bir biçimde subaylara evde iş yaptırılmak üzere değil, Türkleştirme ve Sünnileştirme amacıyla pay edildiği anlatılıyor. Kemalist kadrolar arasında ikişer üçer paylaştırılan bu kız çocuklarının Kazım Orbay ve Celal Bayar gibi en tepedeki isimlerin yanına verilmesindeki amaç en temelde onları önce birer makbul vatandaş olarak yetiştirmek, sonrasında ise kendi toplumlarına karşı birer misyoner/Truva Atı olarak kullanmaktır elbet.
Ancak Kemalist Cumhuriyetin Atatürkçü, laik-Türkçü, Batıcılaşmış, pozitivist bir toplum modeli inşa etmek üzere siyaset yürüttüğünü biliyoruz da bu Sünnileştirme siyaseti neyin nesi oluyor acaba? Atatürk, İnönü, Bayar, Recep Peker, M. Esad Bozkurt, Afet İnan, Sabiha Gökçen vs. itikat ve amellerinde Sünni-Hanefi miydi ki Dersim Harekâtı’yla birlikte Alevileri Sünnileştirme siyaseti gütsünler?
Sünni-Alevi ayrımı yapmaksızın bütün dini değerleri silerek bir Türk-ulus toplumu yaratmak için Pozitivizm ve Batılılaşma hamuruyla yoğrulan bir ülkede değilmişiz gibi devletin kurucu ve resmi ideolojisiyle yüzleşmekten imtina ediliyor. İlaveten bu yüzleşme-hesaplaşma korkusunun çirkin bir tezahürü olarak karşımıza “Sünnileştirme” adında bir günah keçisi çıkarılıyor. Böylece bu dogmatik ve kemikleşmiş ruh hali üzerinden Kızılbaş-Alevi toplumu laik-şeriatçı çatışmasına hizmet edecek bir siyasi karakter olarak devletin yedeğinde/muhafazasında vazgeçilmez bir enstrümana dönüştürülme hikâyesi doğdu. Bu garip hikâyenin tahlili henüz yapılabilmiş değil.
Tekrarlanıp duran “Kızılbaş-Alevi toplumunu devlet zor yoluyla Sünnileştirmeye çalıştı/çalışıyor” tezinin doğruluğunu test etmek açısından ister istemez bazı sorular sormamız gerekiyor. Mesela Alevi-Kızılbaş kesimler namaz veya oruca teşvik konusunda ne tür bir devlet politikasına muhatap kılındılar? Hali vakti yerinde olduğu halde kurban kesmeyenler, umreye veya hacca gitmeyenler hakkında ne gibi bir işlem yapıldı? Tesettüre uygun kıyafet giymeleri hususunda hangi yaptırımlar devreye sokuldu? İçki, kumar, zina, falcılık gibi büyük günahlardan kaçınmalarıyla alakalı irşat faaliyetlerine katılmalarıyla alakalı mecbur tutuldukları bir dönem oldu mu?
Bizim bilebildiğimiz kadarıyla bu türden sorulara ‘evet’ şeklinde cevap vermek mümkün değil. Çünkü Kazım Gündoğan’ın Dersimli kayıp kızlar için “Elazığ kız yatılı okulu ve subay ailelerinin yanında hizmete vermekle” ilk adımı atılan ‘medenileştirme’ projesi kısa etek ve lengerli şapka giydirmekle hayata geçiriliyordu. Saçları kesilip gelenek ve kökleriyle ilişkisi kesilen çocuklara kılık kıyafet gibi batıcı bir kişilik ve kimlik giydiriliyordu ki bunun adı Sünnileştirme değil modernleştirme ve laikleştirmedir. Okullarda verilen ideoloji ve terbiyenin, subay ailelerinin yanında kazandırılmak istenen hayat tarzının içselleştirilip içselleştirilmediğinin en kolay sağlaması elbette ki bir deli gömleği gibi giydirilen modern kılık kıyafet üzerinden yapılıyordu.
Alevi-Kızılbaş inanç ve geleneklerine devletin hasım olması Sünnileştirme ihtiyacından kaynaklanmıyordu. Her ulus devlet gibi Kemalist Cumhuriyet de dini, etnik ve mezhebi bütün unsurları modern Batı kültürü ortak paydasında homojenize etmenin telaşesi içerisindeydi. Bunun için namazı, tesettürü, ezanı engellediği gibi cem yapmayı, semah dönmeyi, etnik-mezhebi kültürü yansıtan kılık kıyafeti de engelledi.
Alevi-Kızılbaş toplumuna semah yapmak yerine vals yapması, saz çalmak yerine piyano çalması, tazim edilen Hacı Bektaş ve Pir Sultan’ın yanına Atatürk’ü de eklemesi hususunda telkinler yapılırken amaç Sünnileştirmek değildi herhalde. Toplumun diğer kesimleri gibi Kızılbaş-Aleviler de varlığını Türk varlığına armağan etmek, bugünlerini sağladığı için Ulu Atatürk’e şükran duymak zorundaydılar.
Kemalist kadroların inanmadıkları, tersine tehlike olarak gördükleri ve laikleştirmek istedikleri Sünni İslam anlayışını Alevi-Kızılbaş toplumuna dikte ettiklerine dair ortada somut ve mantıki bir delil yok. Bu söylem nasıl inşa edildi peki? Sorun şuradan kaynaklanıyor: Aleviliği etnik bir kimlik olarak algılayan ve yaşayanlar Sünniliği de aynı çerçevede değerlendiriyorlar. Alevilik-Sünnilik gerçeğini anlamamanın, anlaşılmaz kılmanın önündeki en önemli engel işte bu.
Mesela röportajda ifade edilen “Kırmancı vurgusunda esasında Alevilik vardır” imlemesi Alevilik-Kızılbaşlık meselesinin bir mezhep olmaktan öte bir bölge ve etnik kimliğin vasfına işarettir. Kaldı ki bu etnik-mezhebi kaynaşmışlığın izahı Nezahat-Kazım Gündoğan gibi temsilcileri tarafından şu türden beyanlarla ifade edilmektedir: “Dersimlilerin Aleviliği de kendine özgüdür, inancı, ritüeli Anadolu Aleviliğinden farklıdır.”
Kemalist ilke ve inkılâplar doğrultusunda tekkeleri, cemevleri kapatıldıktan sonra dedelik, babalık müesseseleri ilga edilen Dersim’den itibaren çeşitli zaman ve yerlerde Türkçü-Atatürkçü devletin gadrine maruz kalmış Alevi-Kızılbaşların ikide bir “Devlet zoruyla Sünnileştiriliyoruz!” feryatlarının hiçbir gerçekliği, tutarlılığı ve anlamı yok. Hem devlet eliyle Sünnileştirilmekten şikâyet edip hem de Atatürksüz bir cemevi, cem ve semah düşünemez hale getirilmiş Aleviliktir asıl sorun. “Alisiz Alevilik” hülyasıyla yanıp tutuşanlar “Atatürksüz Alevilik” korkusuyla hop oturup hop kalkıyorlar.
Kızılbaş-Alevi kesimlerin “Alisiz ama mutlaka Atatürklü” bir mezhep-ideolojiye evrilme süreçlerinin tarihsel ve toplumsal-siyasal köklerine dair bir neşter vurulması gerektiği hiç mi kimsenin dikkatini çekmiyor? Bu “Alisiz Alevilik projesi” önce sol-sosyalist söylemlerle Alevi kesimleri tamamen dindışılaştırmayı ihtiva ediyor. Ardından “Alisiz ama mutlaka Atatürkçü Aleviler” bürokratik oligarşi adına Türkiye’deki İslami kimlik ve taleplere karşı cephe açmak gibi oldukça riskli misyonlarla sahaya sürülüyorlar. Toplumsal çatışma riski ya da azınlıkta kalan mezhebe karşı asimilasyon politikası olarak lanse edilen “Sünnileştir(il)me kaygısı ve gerilimi”nin kaynağında devletin kurucusu olduğu iktidar oyunu yatıyor.
Dersim Harekâtı, Çorum, Maraş veya Sivas olayları Alevi-Kızılbaş toplumunu Sünnileştirmek üzere tertiplenmemişti. Önce “makbul vatandaş” olmaları sonra da Sünnilere karşı kullanılacak Kemalist-devletçi bir stepne olarak yedeklenmeleri hesaplanmıştı. Alevi-Kızılbaşları Atatürkçüleştirme politikasında devletin başarısız olduğunu söylemek sizce mümkün mü?
YAZIYA YORUM KAT