Uludere’ye Adalet Koalisyonu
Son on yıla damga vuran ve genel kabul gören bir tema da AK Parti’nin alternatifsizliği oldu. CHP 1940’larda takılmış bozuk bir plak gibiydi. MHP tabanının taleplerinin gerisinde kalmış, etki alanını AK Parti’ye kaptırmıştı. BDP ise Kürt ve PKK sorunu ile paralize haldeydi. Ufukta AK Parti’ye güçlü bir rakip çıkacağına dair bir emare de yoktu.
Evren gerçekten boşluk kaldırmıyor. AK Parti, en büyük muhalefeti kendi içinden çıkardı. Buna Uludere’ye Adalet Koalisyonu diyebiliriz. Uludere’de yaşanan katliam, katliamdan sonra sergilenen soğuk-sorunlu dil belki en etkili muhalefet partisinden bile daha güçlü bir biçimde sarsıyor AK Parti’yi.
Uludere meselesi kabaca ikiye ayrılıyor. İlki nasıl olup da böyle bir facianın gerçekleşebilmiş olduğu. Yani aslında altı ayına giden süreçte aydınlatılmasını beklediğimiz şey, bu kararın alınma süreçlerinin tüm evreleri, sorumluluk alanlarının, ihmal, kasıt ve tuzak ihtimallerinin ortaya çıkarılması ve kamuoyunu tatmin edecek şekilde adaletin hızla yerine gelmesi.
Bu konuda Başbakan’dan alabildiğimiz son işaret, Sarıkamış savaşında Osmanlı birliklerinin birbirini yanlışlıkla vurduğu, Kıbrıs çıkarmasında ise savaş uçaklarının Kocatepe zırhlısını yine yanlışlıkla batırması örneklerinde gizli. Uludere soruşturmasını yakından takip ettiğini varsayarsak, Başbakan’ın Uludere’yi böyle bir “kaza” olarak gördüğü, adli boyutunun da kaza ekseninde şekilleneceği ortaya çıkıyor.
Diğer boyutu ise, AK Parti’nin Uludere faciası ile kurduğu gayrı insani ilişki. Bu adli boyutla kafadan bağlı. Uludere konusunda Başbakan’ın tereddütleri, öfkesi, hayal kırıklığı diline yansıyor. “Bu meselelerin bilindiğinden çok daha karmaşık ve zor” olduğunu söyleme ihtiyacı hissetmesi “zor kararlar alındığını”, “zor durumlarda kalındığını” düşündürtüyor. Dolayısıyla adalet talebinin tam karşılanması, çok zor açıklanacak bir sürecin ifşa edilmesi anlamına geliyor.
Uludere neler ihtiva ediyor hala bilemiyoruz. PKK’nın Fehman Hüseyin gibi şahinlerden ayıklanarak barışa hazır hale getirilmesi planı mı? Çift taraflı çalışan ajanlar ve Ergenekon dayanışmasıyla tuzağa düşürülmüş olmak mı? Grubun bombalanmasındaki cevvallik, PKK’nın Çukurca saldırısından sonra TSK’nın yaptığı nokta operasyonlarındaki başarının getirdiği özgüven ile TSK’nın hedef seçme standartlarının felaket düzeyde gayrı insani olmasının bir sonucu mu? Ya da bunların hepsi mi?
Bu zor durumdan çıkmanın tek yolu Uludere Adalet Koalisyonu’nun beklentilerini karşılamak olmalıydı, devleti sahiplenmek değil. Bir yandan net bir özür dilenmeli, diğer yandan sorumlular hızla bulunup yargıya teslim edilmeliydi. Bu noktada Erdoğan destek kaybetmek yerine yine bir ilki gerçekleştirmiş olur, bir felaketten birçok hayır doğabilirdi.
Başbakan’ın başkanlık veya yarı başkanlık hedeflerini tutturmada Uludere’yi can sıkıcı bir engel olarak gördüğünü gözlemliyorum. Uludere bir an evvel unutulmalı. Dindar tabanda yaşanan düş kırıklığı giderilmeli.
İstanbul ve Urfa kongreleri bir başkanlık seçim kampanyasının startı gibi geldi bana.Uludere sendromunun bastırılamaması halinde dindar tabanda kaymalar yaşanabilir ve yüzde ellinin üzerindeki oy oranı bu anlamda tam bir bıçak sırtını ima ediyor. Tamam, liberallerle köprüleri atmak bir sorun değildi, ama tabanda yaşanacak en küçük bir gönül soğukluğunu telafi edecek noktada değil oy oranları.
Tabii kürtaj meselesine, Çamlıca’da dev cami projesine ve yakında patlayacağını düşündüğümAyasofya’nın ibadete açılması hamlesine bu gözle bakmak gerekiyor. Devlet Bahçeli’nin takdirini kazanan bir İçişleri Bakanı böyle bir planda çok işlevsel. Dindarlara ve milliyetçilere yönelik devreye alınan sansasyonalizm ve popülizm de eğer siyaset üretmiyor da üretiyor gibi gözükmek istiyorsanız makbul. Bunu bir de yüzlerce milyar dolarlık kentsel dönüşüm, bir milyonluk yeni İstanbul gibi onlarca yıl sürecek (2023) ekonomik canlılık vaat eden mega projelerle tahkim ederseniz, muhtemelen Uludere krizini atlatabilirsiniz.
Ama bu yöntem Erdoğan’ın sloganı olan “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şiarına pek uygun değil. Üstelik mütedeyyin taban bu yürüyüşte Erdoğan’ı epey geçmiş gözüküyor. Tabanın asıl önceliği kürtaj yasağı mı, dev cami projeleri mi yoksa yeni anayasa, darbelerle yüzleşmiş temiz bir devlet mi diye sorarsanız, sanırım ikincisi öne çıkıyor. Dindar olmak demek muhafazakâr, devletçi ve Türk milliyetçisi olmak demek değil çünkü. Erdoğan çıraklık döneminde şahsi kefaletiyle uyguladığı siyasetle tabanının devletçilikten, milliyetçilikten, muhafazakârlıktan öteye taşırken, şu anki tercihi ile onlara ters istikameti gösteriyor.
Kimsenin hayali “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” konseptinden, “Güçlü Erdoğan, Öfkeli Türkiye”ye geçmek değildi, buna nasıl bir tepki gelir bekleyip göreceğiz.
[email protected]
TARAF
YAZIYA YORUM KAT