Ülkelerin bölünmesi ve bölünme eşiğindeki Irak
Ülkelerin dağılması, ticarî şirketlerin sona erdirilmesine benzemez ve benzemiyor.
Kaldı ki, ticarî ortaklıkların dağılması esnasında ve sonrasında bile, ne büyük kırgınlıklar, tartışmalar ve ihtilaflar yaşanıyor.. Hattâ, tarafların kanlı-bıçaklı oldukları bile görülüyor..
Hiç tartışmasız, ihtilafsız, kuzu kuzu, tarafların anlaşarak ayrışmasına tek istisnaî örnek, 1920'lerde Birinci Dünya Savaşı sonunda, o günkü dünya dengeleri için gerekli görülerek sun'î olarak kurulan Çekoslovakya devletinin, 20 sene öncelerde, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti olarak ikiye bölünmesi, galiba..
Genelde ise, ülkelerin ayrılmaları, son derece sancılı merhalelerin ve artık başka çare kalmadığı kanaatinin ortaya çıkardığı, kangrenli kol veya bacağı kesip atmaktan başka çare kalmadığı noktasına gelinmesinin sonucudur.. Ama, bu, bazen, tıpkı bir bedendeki temel değişikliklerin sonunda ortaya çıkan kafanın koparılmasına, ya da, septisemi'ye/ kan zehirlenmesine ve temel dünyevi değişikliklerin metabolizma sistemini toptan iflas ettirmesine de müncer olabilir.. Bu merhaleye gelindiğinde, bölünmeye karşı çıkanlar da, ayrılmak isteyenler de, artık, başlangıçtaki kendilerine göre haklı sayılabilecek görüş ve menfaatlerini ve ayrılma sebeblerini de unutup, düşmanlıklarını gelinen noktadaki yeni şartlara göre, yeni temellere, yeni temellere oturtmaya çalışırlar..
İç savaşların, ayrılma çabalarının ve bölünme korkularının zorlukları bilindiğinden, ya da kan tepeye fırladığı zamanlarda, düşüncesizce girişilen ve sırf karşı tarafı yok etme düşüncesine dayalı olarak girişilen iç-savaş ve boğuşmalarda, taraflar, kendi maslahat ve menfatlerini korumak, haklı olduklarına dair görüşlerini doğrulamak için, bir 'savaş oyunu'nu kurgulayan erkân-ı harb/ kurmay subayları gibi, savaş'ı kazanmak için, her gücü kullanmaya, her imkânı seferber etmeye ve hedef olarak alınan düşmanı yoketmek ve zafere erişmek için her vasıtayı mubah görmeye hazır durumdadırlar..
*
Bu gibi durumlarda, hemen herkesin, sarıldığı en etkili silah da kendi yanlarında bulunanlara, birliğin korunması yolundaki çağrılardır.. Bu silah daima etkilidir ve bu korunamazsa, herşey kaybedilebilir..
Bunun içindir ki, varlığını kendine özgü şartlarda korumak ve kendi iradesine göre müstakil yaşamak isteyen bütün toplumlar devamlı birlik çağrıları yaparlar ve bu hedefi gerçekleştirmek için de, tabiatiyle, en fazla da, kitleleri derinden etkileyen, kalbden kontrol eden 'inanç'lardan, 'din'lerden istifade ederler..
Kaldı ki, bizim dinimiz de bize, hele de tehlike zamanlarında, zor durumlarda birliğimizi daha bir korumamızı, dağılmamamız gerektiğini, dağılırsak gücümüzün gideceğini ve bunun için de, 'hablullah'a, Allah'ın ipine sarılmamız gerektiğini ihtar etmiyor mu?
*
Bugün İslam Milleti'ne, müslüman toplumlara bu açıdan baktığımızda, hele de son 100 yıldır, korkunç ve yürek parçalayıcı bir parça-bölüklük yaşamakta olduğumuz ortada..
Bu durumu görünce..
Ulemâmızda hep birlik için, vahdet için çağrılar yaparlar ve bu konudaki ilahî emirleri daha bir hatırlatırlar bize..
Ancaak, burada acîb'u garîb olan şu ki, ayrılma derdine düş(ürül)en müslüman toplumların herbirisinin içindeki seçkin ulemâdan niceleri de, genelde, o birlik hükümlerini sadece kendi bulundukları tarafın lehine gelecek şekilde ortaya koymuşlardır ve koymaktadırlar ve amma, toplumların o noktaya nasıl geldikleri ve hastalığın teşhisi üzerinde kafa yormaya pek yaklaşmamaktadırlar..
Yakın tarihe baktığımızda, Osmanlı dağılma sürecine girdiğinde..
Biz buna son yüzyılda daha bir şâhid olduk..
Hattâ, Mısır'da Reşid Rızâ gibi seçkin isimlerin bile, arab halklarını tahrik etmek için, dergisi El'Menar'da ve diğer yayınlarda tek yanlı ne korkunç iddiaları sözkonusu ederek, ayrılık fetvaları verdiklerini hatırlayabiliriz..
*
Bugün de benzer ulemâî çıkışları görmekteyiz..
Her toplumun içinden, karşılaşılan birtakım zulüm örneklerini de delil göstererek kendi toplumlarının hayatî haklarını elde etmeleri için, savaş vermeleri ve gerekirse isyan etmeleri çağrısı yapan nice örnekler gördük..
Dile getirdikleri gerekçelere baktığınızda, bu çağrıları yok saymak da pek o kadar kolay olmamaktadır..
Ama, bu gibi, ayrılmanın mimarlığına soyunan ulemâ örneğine mukabil, her ne olursa olsun, ayrılmamak gerektiğini İslamî delillerle ortaya koyup bu yönde hatırlatmalar yapanlar da yok değil..
Hattâ bu yönde, M.Ş.E. gibi zevatın, 'ülkenin birliğini, hayrını isteniyorsa, alevîler, inanmasalar bile, sırf bu birlik hatırına, ibadetlerini sünnî müslümanlar gibi yapmalıdırlar..' gibi yazılar yazabildiklerini de gördük..
Ama, şimdi bundan da ilerisi taleblerin, İslâm fıqhı sahasında bir uzman kabul olunan Hayreddin Karaman gibi 'hoca'ların kaleminden de sâdır olduğu görülmekte..
Hayreddin Karaman Hoca'nın yazdığı ve 19 ve 29 Nisan günleri, Yeni Şafak'ta yayımlanan 'Bölünmeye giden yol kapatılmalıdır' ve 'Tefrika savunulamaz..' başlıklı yazıları, bu açıdan, iki yeni örnek oluşturmakta..
Yazıların başlıkları, muhtevalarından da haber vermekte ve özü itibariyle, bölünmeyi kolaylaştıracak, tefrikayı arttıracak hareket ve düşüncelerden uzak durmak isteğine karşı çıkmanın bir mantığının olmaması gerekir...
Ancak, bu sözlerin hangi niyetlerle söylendiğine bakıldığında, bu yazıda ortaya çıkan mânâ, müslüman halkın, İslam Milleti'nin bütünlüğünün korunmasından ziyade, belli bir siyasî rejimin varlığının ve bütünlüğünün korunmasını hedeflediği şeklinde ..
İşte problem de o noktada başlıyor..
Çünkü, Hayreddin Hoca, 100 yıla yakın bir zamandır İslam'la ve İslam Milleti'yle mücadeleyi kendisine şiar edinmiş olan bir laik rejimin korunmasını hedef edinmiş gibi bir tablo çiziyor, bu yazılarında..
Doğrudur ki, müslüman coğrafyalarının da bölünmesi istenemez.. Ama, temelden yanlış olan ve bir müslüman halkın inancına kezzap dökmeyi hedefleyen bir kemalist diktatörlük rejiminin korunması neticesini verecekse, o zaman ne yapmalı?
Gerçi, Hayreddin Hoca, bu gibi itirazlardan bazılarını da yazılarında ele alıp kendi mantık ve yaklaşımına göre cevabını veriyor, ama, mes'ele yine de tartışma zemininden dışarı çıkamıyor..
*
Hayreddin Hoca, 19 Nisan tarihli ve 'Bölünmeye giden yol kapatılmalıdır' başlıklı yazısında, görüşünü doğrulayacak şekilde, 'yersiz yurtsuz bir adama yatacak, barınacak bir yer sağlamak mübah değil, müstehab, sevaplı, güzel, insani bir eylem. Lakin ortada yaygın bir tehlike var (kundakçılık) ne idiğü belli olmayan bir adamı çatıya yerleştirmenin de buna yol açabileceği ihtimali varid ise..' diyerek, gelecekte karşılaşılması mümkün veya muhtemel farazî korku veya evhamlara göre, insanların/ toplumların haklarının nasıl askıya alınabileceğine dair, hiç de münasib olmayan bir misal-hikaye anlattıktan sonra..
'İslam fıkıh usulünde "Seddü'z-zerâi'" diye bir hüküm yöntemi (fer'î asıl) var; buna göre mübah olan bir fiil, bir izin, bir tasarruf adım adım yasak ve haram olana doğru gidiyor, buna yol açıyor, bu sonucu doğuruyorsa, o "mubah serbest, helal" olan fiil... caiz olmaktan çıkıyor, yasaklanıyor. Bu kuralın, normal hayatı olumsuz etkilememesi ve hak ve hürriyetleri ölçüsüz kısıtlamaması için dikkatli olarak kullanılması da gerekiyor.' diyor ve 'seddü'z-zerî'a' prensibinin işletilebileceği durumları anlatarak, şöyle devam ediyor:
'Bunları niçin yazdım?
Çağdaş İslam hukuk âlimlerinden Prof. Dr. Abdulkerim Zeydân ile ilgili bilgi topluyordum, onun 2010 yılında yayınlanmış ve 2011 de teyit edilmiş bir fetvasına rastladım. Fetva, Kerkük'ün Irak'tan ayrılarak Kürdistan'a bağlanmasıyla ilgili. Zeydan şöyle diyor:
"Federatif veya bölgesel sistem adı altında Irak'ın bölünmesi, izalesi farz olan bir münker (meşru olmayan bir tasarruf)tur. Bunu yapmak isteyenlere fiil, söz, destek, övgü, finansman vb. şekillerde yardımcı olmak caiz değildir. Hatta bunu yapanlarla ilgiyi kesmek, onlara karşı protest tavır takınmak gereklidir. Bu teşebbüs (tefrika, ümmetin birliğini bozmak) büyük günahlardan olduğu için teşebbüs edenlerin tazir çerçevesinde cezalandırılmaları meşru olur."
Hayreddin Hoca, Zeydan'ın bu sözlerini (o, fetvâsını diyor) nakledip, 'Bizde bazı "insan hak ve hürriyetleri" havarileri de "federalizm dahil her şey konuşulabilir" gibi laflar ediyorlar..' dedikten sonra, kendisine yapılabilecek muhtemel bir itirazı da daha baştan karşılamaya çalışıyor:
"Burası laik bir ülke, devlet yaptığını İslam'a göre mi yapıyor ki, siz bunu meşru görüp farklı teşebbüsleri din adına mahkum ediyorsunuz?" diye bir itiraz ileri sürülebilir.
Cevabım şudur:
Devlet laik diye Müslümanlar, serbest oldukları alanlarda İslam'ı uygulamıyorlar mı, imanları gereği buna mecbur değiller mi?
Durum böyle ise Müslümanların bütün farklılarla beraber üzerinde yaşadığı, ecdad yadigârı, ümmetin mülkü olan bu toprakları -yakın tarihte olanlara ek olarak- daha fazla bölmek meşru olmadığına göre Müslümanların bölmeye karşı tavır almaları gerekmez mi?
Müslümanlara düşen vazife daha fazla bölünmek, daha fazla çatışmak yerine birleşmek, bütünleşmek, hak ve adaleti birlikte sağlamak için işbirliği yapmak, birlik, dirlik ve düzenimizi bozarak meşru olmayan menfaat devşirme peşinde olanlara fırsat vermemektir. Mevcut düzen bu davranışa engel değildir. Kürt, Türk, Arab, Farsî, Berber... bütün Müslümanların âkil adamları, Müslüman kanaat önderleri bir araya gelmeli, olup biteni müzakere etmeli, ümmetin yoluna ışık tutacak açıklamalar yapmalıdırlar. Düzen buna da engel değildir.'
Evet, Hayreddin Hoca'nın görüşleri sözkonusu yazıda ana hatlarıyla böyle..
Hayreddin Hoca, 29 Nisan tarihli ve 'Tefrika Savunulamaz' başlıklı ikinci yazısında ise şöyle diyor, özetle:
'Alim/fakih Abdulkerim Zeydan 'Bölücülere fırsat vermemeli, ısrar edenler cezalandırılmalı' diyordu. Buna karşı 'Zaten sizin işiniz zulümdür, işkencedir, cezalandırmaktır' cevabı geldi. Arkasından da şu sorular: 'Peki vaktiyle Suriye, Irak, Ürdün... ayrılıp ulus devletler olurken bu alimler nerede idi, niçin bunu engellemediler?'
Hayreddin Hoca, bu konuya da, elbette kendi mantığına göre bir cevab veriyor ve,
'Osmanlı yenilip dağılma sürecine girince içeride ve dışarıda faaliyet gösteren, ortak ve özel menfaatleri bulunan bölücüler devreye girdiler ve bir büyük devletten (ümmetin olabildiğince büyük camiasından) birçok uyduruk ulus devlet çıkardılar.' tesbitini yapıyor ve kendisine, 'Belli bir dili konuşan Müslüman topluluğunun ayrı bir devlet kurmasını yasaklayan ayet veya hadis mi var' diye de itiraz edildiğini belirterek 'Âl-i İmran sûresinin 103. âyetinin mealini bir örnek olarak zikrediyor:
'Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirine düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.'
Evet, Hayreddin Hoca'nın bu ılımlı ve ağırbaşlı ve karşı görüşleri de dinleyen tartışma uslûbundan sonra, 'Müslümanlar ayrı ayrı ulus devletler kurunca bölünmüş, parçalanmış oluyorlar. Sonra 'ulusal egoizm ve çıkar' din kardeşliğinin, ümmet birliğinin ve çıkarının önüne geçiyor. Sözde Müslüman uluslar, bazen kafirlerle işbirliği yaparak kardeşleriyle savaşıyorlar.' demeyi de ihmal etmiyor ve 'Eğer Müslüman isek, bu sözün manasını ve şümulünü biliyorsak yapacağımız tek şey 'davranışlarımızı dinimize uygun kılmaktır'. Ümmeti daha fazla bölmenin ve birbirine düşürmenin İslam'da yeri olduğunu kimse iddia edemez. (...)' diyor..
Var mı bu sözlere itiraz edecek olan?
*
İyi de, bu güzel görüşler ve tavsiyeler, eğer, temeli zulüm üzerine, haksızlık üzerine, -sizin deyiminizle- ulusal egoizm üzerine kurulmuş bir rejime payanda olmak için kullanılırsa, o zaman ne yapacağız Hayreddin Hoca?
Ayrıca, bir ülkenin yönetiminde sözgelimi, federatif bir yapı istendiğinde, bunun hemen bölücülüğe kapı açacağı korkusu yaşanıyorsa, ulusal egoizm üzerine kurulu üniter rejimlerin de bölünmeler için kapı açacağı değil, açtığı da yaşanmış bu kadar örnekten anlaşılmalı değil mi?
*
Yani, sadece 'Birlik olalım, dağılmayalım..' çağrısı, elbette güzel, ama; bu, bir etnik veya mezhebî ya da başka bir sosyal sınıfın, kendileri gibi olmayan, kendilerinden farklı bir takım sosyal kesimleri dışlamak, 'öteki'leştirmek, ezmek ve kendi itaati altına almak için kullanılıyorsa.. Ve dahası, bu kullanmaya karşı, o zâlim hükûmet mekanizmalarını İslam adına düzeltebilecek bir mekanizmamız da yoksa..
O zaman ne yapacağız?
Hayreddin Hoca, Zeydan'ın, o, hiç de münasib olmayan ve haklı da gözükmeyen ve emsali sosyal mes'eleleri sadece cezalandırma yöntemiyle halledeceğini zanneden -ve tarihte benzerleri pek çok olan fetvaları andıran- fetvasını verirken, kendisinin bu yazılarının asıl hedefinin de 'T.C. rejiminin iç mes'elelerine nasıl yaklaşabileceğine dair bir yol göstermek hedefi taşıdığını' herhalde reddetmez.. Esasen, yazılarının başlıklarından da bu anlaşılıyor ve böyle olunca da, T.C. rejimince de Zeydan'ın fetvasına göre bir çözüm bulunmasını teklif etmiş oluyor, zımnen..
Halbuki, Hayreddin Hoca da mutlaka biliyordur ki, kemalist -laik T.C. rejimi, taa başından beri, ülkemizdeki herkesi, -hiçbir sosyolojik gerçeğe dayanmaksızın- türk sayıp, başka bütün etnisiteleri reddederek, 100 yıla varan bir süredir ve de türk etnisitesinden olan milyonlarca müslümanın itibar etmemelerine ve yapılanların, inançları açısından zulüm olduğunu belirtmelerine rağmen, barbarca bir ırkçılık, şovenizm, türkçülük siyaseti uygulamış ve İslam Milleti'nin kalbine ve beynine zehir akıtmıştır..
'Bu ülkede türk olmayanların tek bir hakları vardır, o da türklere hizmetçi olmaktır..' diyenlerin, 1930'ların şefleri olduğunu tekrara gerek yok..
Ve Hayreddin Hoca'nın bu yaklaşımı, ana dilleri türkçe olmayan, milyonlarca insanın haklarının çiğnenmesinden kaynaklanan sosyal rahatsızlıkların çözümü olarak, yazık ki, Zeydan'varî fetvaları hatırlatmaktan başka bir yol göstermiyor..
Halbuki, bildiğim kadarıyla, insanların yaradılıştan gelen ırkî, kavmî mensubiyetlerinin tabiî neticesi olan özelliklerini, bu arada da ana dilleri başta olmak üzere, diğer fıtrî özelliklerini geliştirmenin yersiz bir çaba olduğunu Hayreddin Hoca da, kabul edecektir.. Ve, mevcud rejimin, bugün için, bazı müslüman kadroların elinde olmasına bakarak, daha ılımlı olduğuna bakarak, temel hakların bu nisbî anlayışa göre tanzimini istemiyecektir, herhalde..
Bugün ülkemizin yüzde 98'ini aşan mikdarının müslümanlardan oluştuğunu kabul ediyorsak, -müslüman olmayanların fıtrî haklarını da İslam'a göre garanti etmenin yanı sıra- çare ve şifa, bütün bu müslüman kitlelerin, başka hiçbir ayırıma yer vermeksizin, İslam'ın tanıdığı bütün hak ve hürriyetlerden, özgürlüklerden; geleceğe aid muhtemel gelişmeleri bahane eden korkulara, paranoia'ya varan vehimlere düşmeden, sınırsız olarak faydalanmaktadır..
Ve mevcud rejim bugün için bazı sınırlamaları gevşetmek zorunda kalsa bile; temel edindiği ilke ve prensipler ve mentalite itibariyle, insanımızın temel hak ve özgürlüklerini kabul etmesi mümkün değildir..
O halde, Hayreddin Hoca'nın bu görüşlerini tashih etmesi umulur..
Yoksa, onun gibi daha niceleri de, ümmetin birliği adına, kendilerine hükmeden rejimlerin korunması için fetvalar sâdır eyleyip, nice kanlı tabloların daha bir yaygınlaşmasına Hayreddin Hoca'dan da delil gösterebilirler, onun Zeydan'dan yaptığı gibi..
Kurtarılacak olan, ümmetin birliği adına da olsa, müslüman coğrafyalarında, zulüm üzerine kurulu rejimler değil, müslüman halklardır.. Müslüman halkların kurtarılması ise, Allah'ın insanlara /toplumlara verdiği bütün haklarının ve özgürlüklerin, İslamî temel ölçüler içinde tanınması temelinde çareler oluşturmak için cehdetmekten, çaba harcamaktan geçer..
'Bir testiyi bir pınara koysalar, kırk yıl orda dursa, kendi dolası değil..'
***
Ve, bölünmenin eğişindeki Irak..
Amerkan işgal güçlerinin Saddam'ı devirmesi üzerinden 9 sene geçerken, 2012 başında Irak'dan ayrılmasınden hemen sonra, Başbakan Nurî el'Mâlikî'nin, Irak Cumhurbaşkanı Yard. Tarıq el'Hâşimî' hakkında -Irak'da meydana gelen bir takım bombalı saldırı ve suikasdleri yaptırttığı gerekçesiyle- tutuklama kararı çıkartması ve Hâşimî'nin de hemen Irak Kürdistanı'daki özerk yönetimin başı olan Mesûd Barzanî'ye sığınması, ve onun da, Bağdad'daki merkezî hükûmetin taleblerine rağmen, Hâşimi'yi Bağdad'a vermemesi ve asla vermiyeceklerini de beyan etmesi, Irak'daki yönetim krizinin temelini oluşturmakta..
Ki, Hâşimî, şimdilerde tedavi için geldiği Türkiye'de olup, Mâlikî Hükûmeti'nin onun aleyhinde ileri sürdüğü terör eylemlerini yaptırttığı şeklindeki iddialardan sonra, bir Bağdad Mahkemesi'nin de Hâşimî hakkında, kırmızı bültenle Uluslar arası planda aranmasına hükmetmesi ve bu kararın İnterpol'e bildirilmesi üzerine, Tayyîb Erdoğan Hükûmeti'nin, Hâşimî'yi Irak'a veya İnterpol'e asla verilmiyeceğini açıklaması konuya daha yeni boyutlar kazandırdı..
Başbakan Yard. Bekir Bozdağ da, 'Irak topraklarında Türkiye aleyhinde yıllardır terör eylemleri ve saldırı planları hazırlayan PKK liderlerinin kırmızı bültenle istenmesine rağmen, Irak'ın onları vermediğini' hatırlatıp, 'Hâşimî'nin de verilmeyeceğini' açıkladı..
Böylece de, Irak içindeki iktidar mücadelesine, Türkiye, Hâşimî aracılığıyla direkt olarak katılmış oldu..
*
Irak'daki yeni sosyo-politik bünyenin kuruluşunda, yazık ki, laik-Baas diktatörlüğü uygulamasını arattıracak çapta, mezhebî ve etnik yapıya göre bir düzenlemeye gidilmesi, en büyük hastalıklardan birisi olarak karşımıza çıktı.. Bu, hem işgalci Amerikan emperyalizminin işine geliyordu; hem de, 1968-2003 arasında, 35 sene boyunca sırtını yüzde 30'luk sünnî azlığa dayayarak katı ve kanlı bir Baasçı-laik diktatörlük sürdüren Saddam'ın pençesinden kurtulan yüzde 60-65'lik şiî ekseriyetin tatmin olunması açısından gerekli görülmüştü, ekseriyet tarafından..
Böylece de, ortaya şiî arablar, sünnî arablar ve kürdler gibi bir gruplandırma tablosu çıkmıştı, ortaya.. Bu arada türkmenler, keldanîler, asurîler vs. gibi etnik veya dinî azlık unsurlar da daha küçük rahatsızlık odakları oluşturuyordu.
Asıl olarak zikrolunan kürdlerin ise büyük çapta sünnî oldukları bilinmekle birlikte, hele de Saddam diktatörlüğü döneminde daha bir kanlı geçen iç-savaş sahnelerinden sonra, daha çok da, kürd etnisitesine dayalı olmak gibi bir ölçü, kimlik tanımı için esas alınmıştı; sünnîlik veya müslümanlık değil.. Çünkü, Baas rejimi, arab kavmi dışında bir etnik unsur tanımamak için her cinayeti işlemişti, uzuuun yıllar boyunca..
Saddam'ın ve Baas rejiminin devrilmesinden sonra ise, müslümanlığın ötesinde, mezhebî ayırımlar da esas alınınca, şiî arablar, sünnî arablar ve kürdler gibi bir tanımlama tablosu ve elmalarla armutların birlikte toplanmak istenmesi gibi bir garabet çıkıyordu, ortaya..
Irak'da, şiî müslüman gruplar, ekseriyeti teşkil etseler bile, tek bir grup değillerdi.. Hattâ, 'El'Iraqiyye' isimli siyasî partinin lideri olan İyad Allavî de, şiî bir aileden geliyordu, ama, kafa yapısı itibariyle, herkesten çok Amerikancı ve de laik olarak biliniyordu..
Saddam'ın devrilmesinden sonra, Amerika'lıların istediği üzere, Allavî kısa süre başbakanlık yaptıysa da onun hükûmeti duruma hâkim olamıyordu, Irak halkı üzerinde.. Durumun kontrolden çıkmasını göze alamayan Amerikan emperyalizmi, Allavî'yi kenara çekmiş ve hükûmet'i kurması için şiî müslüman ekseriyetin üzerinde ittifak ettiği ve Saddam rejimine karşı 30 yıl boyunca İslamcı muhalefet ve mücadeleleriyle tanınan Dâvâ Partisi lideri İbrahîm Caferî'ye vermişti..
Ama, Amerika'lılar Caferî'ye 1,5 seneden fazla tahammül edemediler ve yeni bir hükûmet kurulmasın için onu kenara çektiler.. Ama, Hükûmet yine kurulamayınca, Amerikan emperyalizmi, Caferî'nin yardımcılarından Nurî el'Mâlikî'nin başbakanlığa gelmesini kabul etmek zorunda kaldı. (Bundan dolayı, niceleri Mâlikî'yi de Amerikan işbirlikçisi ve uşağı olarak niteledi, ama, bu, doğru değildi.. Belki, Amerikan emperyalizmi, Irak'ın özel şartlarında, başka bir yerli hükûmet kurduramadığı için, Mâlikî'ye 'Evet' demek zorunda kalmıştı.. Yoksa, Mâlikî de, Irak müslümanlarının Saddam'a karşı direnişinde belirli bir mücadele çizgisi olan bir kişi idi..)
Mâlikî, ilk 5-6 yıl boyunca, Irak'daki dengeleri iyi gözetti denilebilir.. Sadece, Amerikan işgaline karşı biraz da kontrolsüz çıkışlarıyla sivrilen ve amma, çoğu müslüman gruplarca biraz da tedirginlikle karşılanan genç şiî mollası Muqtedâ es'Sadr'ın başına buyruk hareketleri onun başını çok ağrıtıyordu.. Bunun üzerine, 'Sadr'ı, 'Seni teröris ilan eder, ona göre yargılarım..' diye tehdid edince, Sadr da
İran'a sığınmak zorunda kaldı..
Buna rağmen, Sadr Grubu 2011 yılı başında yapılan seçimlerde yine de önemli bir güç kazandı..
Allavî'nin partisi bir m.vekili fazlasıyla Mâlikî'nin Kanun Devleti Partisi'ni geride bırakmıştı, ama, bu, onun tek başına hükûmet kurmasına yetmiyordu..
Sadr, destek vermezse, Mâlikî'nin yeniden başbakan olması ve hükûmet kurması imkansızdı.. İran ise, Mâlikî'nin hükûmet kurmasını istiyordu ve Sadr'a baskı yapıyordu.. Sadr, yapılan baskılar karşısında, önce, 'Çeker giderim, Lübnan'a..' diye İran'ı terketmeye kalkıştıysa da, sonunda, Mâlikî'ye destek vermek zorunda kaldı.. Ve Malikî, uzuun bir hükûmetsizlik döneminden sonra yeni hükûmet'ini de kurdu..
*
Ancak, Mâlikî, bazı temel bakanlıklara, kimlerin getirileceği üzerinde görüş birliği sağlanamadığından, o bakanlıkları da kendi uhdesine aldı..
Bu da, Mâlikî'ye olduğundan fazla yetkiler verdi ve gücünün otoriterliğe doğru kaydığı gibi eleştirileri beraberinde getirdi..
Bu arada, hemen hergün Bağdad'da ve Irak'ın diğer şehirlerinde hemen hergün bir veya birkaç patlama meydana geliyor ve günde ortalama 40-50 kişi can veriyordu..
Mâlikî ise, bu patlamaların sorumlusu olarak Suriye'deki Esed rejimini gösteriyor ve Suriye Baas Partisi iktidarının, Saddam'ın Baascı kadrolarının kalıntılarını silahla beslediği iddiasını gündeme getiriyor ve Şam'ı ağır şekilde suçluyordu..
*
Bu arada, özellikle Kerkuk şehrinin yönetim statüsü içerdeki bir diğer temel ihtilaf konularından birisi olarak bir çıbanbaşı olarak giderek büyüyordu.. Arab-kürd-türkmen gibi etnik gruplardan herbirisinin, bu şehrin kendi ellerinde olması gerektiğine dair görüş ve iddialarında Barzanî daha ağır basıyor ve Kerkuk'ün bir kürd şehri olduğunu ısrarla vurguluyor ve bu, bir gerilim konusu olarak, Irak'daki yönetim problemini ve ihtilafları daha bir derinleştiriyordu..
Ayrıca, Irak Kürdistanı bölgesinde çıkarılan petrollerin sadece bu bölgedeki özerk -otonom Kürd Yönetimi'ne bırakılması gerektiği şeklinde, Mesûd Barzanî tarafından yapılan açıklamalar da giderek şiddetleniyordu..
Ama, bütün bu tartışmalar, ülkede işgalci Amerikan ordusu bulunduğundan, Amerika'nın istediği boyutlar içinde kalmaya mahkûm kalıyordu..
Ancaak, işgalci Amerikan Ordusu'nun muharib/ savaşçı birlikleri Ocak-2012 başında Irak'dan ayrılınca..
Hemen ertesi gün yaşanan bir gelişme, Irak'da bugün yaşanan buhranın yön değiştirmesine yol açtı..
Mâlikî, iki yıl önce, Sadr'a karşı, 'Seni terörist ilan eder, yargılarım..' dediği gibi, aynı taktiği, Amerikan işgal birliklerinin büyük kısmının ülkeden çekilmesinin hemen ertesi gün, şimdi de, Cumhurbaşkanı Yard. ve sünnî arabların Meclis'teki en ileri gelen isimlerinden birisi olarak kabul edilen Tarıq el'Hâşimî'ye karşı kullanıyor ve Hâşimî'yi terör eylemlerini yaptırtma ve finanse etmekle suçluyordu..
Hâşimî ise, hemen Erbil'e, Barzanî'nin liderliğindeki Irak Kurdistanı'na, Bölgesel Özerk Yönetimi'ne sığındı ve 'yargılanmaya hazırım, ama, Bağdad'da değil, Erbil'de..' diyordu..
*
Ve sonra da, Hâşimî, Qatar, Suudî Arabistan ve Türkiye gibi ülkelere de gitti.. Ve Türkiye'deyken, Irak rejiminin İnterpol aracılığıyla Hâşimî'nin görüldüğü yerde yakalanmasını içeren kırmızı listesi devreye girdi..
Ve şimdi, Türkiye'nin Hâşimî'yi teslim etmiyeceğini açıkça beyan etmesinden sonra, durum daha bir gerilimli merhaleye ulaşmış bulunuyor..
Dahası, geçtiğimiz hafta, İyad Allavî ve Barzanî ve de İran'dan gelip, diğer iki isimle birlikte bir toplantı yapan Muqteda es'Sadr, üçlü bir bildiri yayınlayarak, Mâlikî'ye, 13 Mayıs'a kadar mühlet verdiler ve ileri sürdükleri şartların kabul edilmemesi halinde, Mâlikî Hükûmeti'ne Irak Meclisi'nde verdikleri desteği çekeceklerini ve böylece de hükûmetin düşürüleceğini açıkladılar..
Bu arada, Sadr'ın, 'Irak Kürdistanı'nda çıkarılan petrol, elbette ki, kürdlere aiddir..' şeklindeki beyanları ilginçti..
Ayrıca, Sadr'ın Tahran'a döndüğü zaman, İran'ın baskısıyla, kerhen de olsa, Mâlikî'ye karşı olduğu halde, yine destek vermek durumunda kalabileceği de unutulmamalıdır..
Çünkü, şiî müslümanları itiqadî bakımdan daha bir bağlıyor kabul edilen Velayet- -i Faqih makamının emretmesi durumunda, Sadr'ın derinip direnmiyeceği şübheli..
Ama, Mâlikî'nin bugünkü durumda, Irak ordusunun başkomutanı olmak gibi çok geniş yetkileri olduğunu da unutmamak gerekir.
Öte yandan, Barzanî de, Mâlikî'nin diktatörlük kurmakta ve şii olmayan diğer sosyal kesimleri kenara itmek gibi bir yönetim modeli geliştirmek yönünde yol almakta oluşuna eleştirilerini uluslararası zeminlerde giderek daha bir şiddetlendirmekte..
Barzanî ayrıca, buhranın devam etmesi durumunda, önümüzdeki Eylûl ayında, Irak Kürdistanı'nın bağımsızlığını halka soracağını, bu yolda bir referandum tertib edeceğini de açıklamış bulunuyor..
Böyle bir referandumun noktasına gelindiğinde, Irak Kürdistanı'ndaki halkın böyle bir referanduma 'hayır..' demiyeceği tahmin edilebilir..
Üstelik, Barzanî, geçen ay Washington'a yaptığı gezide, Amerikan Başkanı Obama ile de görüşerek, yani fiilen bir Devlet Başkanı gibi protokolde yerini almış ve Avrupa devletlerinde de benzer uygulamalar tekrarlanmış; sonra da İstanbul'da Tayyîb Erdoğan'la uzun bir görüşme yapmış ve taraflar görüşmelerin memnuniyet verici olduğunu belirtmişlerdi..
BDP yetkilileri ise, 'Barzanî'nin sadece Irak kürdlerini temsil edebileceğini, Türkiye kürdlerini temsil edemiyeceğini' açıklamak durumunda kalmışlardır..
Bütün bunlar, Irak'da Mâlikî Hükûmeti bertaraf edilemezse, Kuzey Irak'da, Türkiye'nin de karşı çıkmayacağı şekilde yeni bir yapılanmanın, hattâ bir Kürdistan Devleti'nin ilan edilmesi noktasına kadar gelebileceğini göstermektedir..
Böyle bir gelişme, İran tarafından nasıl karşılanır, o da bir ayrı konu.. Çünkü, İran, Mâlikî üzerinde etkili gözükmekte.. Öylesine ki, Mâlikî, geçen yıla kadar yıllardır, Suriye- Esed rejimini, Irak'daki patlamaların sorumlusu olarak suçlayan Mâlikî, daha sonra, İran'ın baskısıyla, Esed rejiminin destekcisi durumuna gelmiş bulunuyor..
Demek oluyor ki, Irak'ı son derece kritik yarınlar bekliyor..
Bu bölünme ihtimalinin giderilememesi halinde, ortaya çıkacak iç saflaşmada, geçmişteki gibi sunnî arablar, şiî arablar ve kürdler gibi tuhaf bir niteleme de bertaraf olup, kürdlerin de büyük çapta sünnî olması hasebiyle, bir iç çatışma, kısa zamanda, sünni ve şiî saflaşmasına dönüşebilir ve böyle bir durumda, buhran, kısa zamanda, bütün Ortadoğu'ya yayılabilir..
Ve böyle bir çılgınlığın kapısı bir kez açılırsa, neyin nerede ve nasıl duracağını bugünden kestirmek imkansızdır..
Bu ise, hele de emperyalist çevrelerin tam bekledikleri bir durum olur, muhakkak ki..
'İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah'ım?'
YAZIYA YORUM KAT