Ukrayna'nın üyeliği tartışmaları ve NATO'nun işlevselliği
Kaushik Basu, Ukrayna'yı üye yapmaktan çekinen NATO'nun işlevselliğini tartışmaya açıyor.
Kaushik Basu / Perspektif
NATO’nun Ukrayna müphemliği
NATO’nun Litvanya’nın Vilnius kentinde düzenlenen yıllık zirvesinde Ukrayna’ya katılım davetinde bulunmaması, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski de dahil olmak üzere pek çok kişiyi hayal kırıklığına uğrattı. Zirvenin sonuç bildirisi Ukrayna’nın NATO’ya üyeliği konusunda net bir takvim sunmuyor olsa da ABD’nin başında hâlâ Donald Trump bulunsaydı gerçekleşmesi mümkün olmayacak bir birliktelik ve stratejik öngörü sergiledi.
NATO liderlerinin “müttefikler mutabık kaldığında ve koşullar oluştuğunda” Ukrayna’ya resmî bir davette bulunacaklarına dair vaatleri biraz muğlaktı şüphesiz. Bu muğlaklığa sinirlenen Zelenski, Batı’nın tutumunu “eşi benzeri görülmemiş ve saçma” bularak eleştirdi. Ancak ABD Başkanı Joe Biden savaşın Ukrayna’nın katılımına izin verilmeden önce sona ermesi gerektiğini öne sürmekte haklıydı.
Gerçek şu ki NATO bir savunma ittifakıdır. Bunun tanımı gereği de eğer bir üye savaştaysa, tüm üyeler savaştadır. Yani, NATO-Rusya savaşının riskleri, özellikle de nükleer gerilimin tırmanması riski göz önünde bulundurulduğunda Biden ve NATO’nun temkinli yaklaşımı güven vericidir.
Hal böyle olsa da süregiden çatışma Batı’nın Ukrayna stratejisini yeniden değerlendirmesi gerektiğine işaret ediyor. 1962 Küba Füze Krizi, savaş zamanında stratejik planlamanın ateş gücü kadar önemli olduğunu göstermişti. Dönemin ABD Başkanı John F. Kennedy’nin krizi yönetmedeki başarısı, oyun teorisi üzerine yaptığı çalışmalarla 2005 yılında Nobel Ödülü kazanan ekonomist Thomas Schelling’in yanı sıra Amerika’nın en parlak zihinlerinden bazılarının dahil olduğu yoğun bir stratejik planlamanın bulunmasından kaynaklanıyordu.
Ukrayna savaşına ilişkin tartışmalar maalesef çoğu zaman çatışmanın stratejik karmaşıklığını kavrayamıyor. Bazı Batılı yorumcuların öngördüğü gibi Ukraynalılar konvansiyonel bir savaşı kazanabilir belki ancak Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in devasa nükleer cephaneliğini kullanma riski genellikle hafife alınıyor.
Nükleer bir saldırı başlatmanın NATO ile bir savaşa yol açacağına şüphe yok. Lakin Putin köşeye sıkıştığını hissederse, Ukrayna’da askeri bir yenilginin kendisi açısından doğurabileceği felakettense nükleer saldırıyı tercih edebilir. Putin için yenilgi varlığını tehdit edebilir olduğu ölçüde istenen çözüm Ukrayna’nın konvansiyonel bir savaşta zafer kazanması olmayabilir. Böyle bir şey olsaydı, Putin bu gerçekleşmeden önce elindeki tek seçeneği, yani nükleer silahını kullanırdı. Dolayısıyla Putin’i yenmenin anahtarı savaş alanında değil, Rusları güçlendirerek Putin’i devirmekte. Ancak bunu sağlayabilmek için öncelikle demokratik ülkelerdeki medya kuruluşlarının Rus halkı ile Kremlin’i birbirinden ayırması gerekiyor.
Birleşik Krallık merkezli bir düşünce kuruluşu olan Kraliyet Birleşik Hizmetler Enstitüsü’nün (Royal United Services Institute) kısa bir süre önce yayınladığı rapora göre, Ukrayna’nın felaketle sonuçlanan işgali, Savunma Bakanı Sergey Şoygu ve Genelkurmay Başkanı Valery Gerasimov da dahil olmak üzere Putin’in yakın çevresinin önde gelen üyelerinin fikriydi. Amy Knight’ın Rus haber sitesi Meduza tarafından yapılan bağımsız bir ankete atıfta bulunarak belirttiği gibi, Rusların çoğu savaşın sona ermesini istiyor. Batılı diplomatlar savaşın suçlusunun Rus halkı olmadığını vurgulamalı, medya kuruluşları da Rusların Putin’in çöküşünün kendi çöküşleri anlamına gelmeyeceğini anlamasını sağlamaya kafa yormalıdır.
Otokratların popülerliği
Otokratlar muhalefeti bastırdıkları için olduklarından daha popüler görünürler. Etiyopya İmparatoru Haile Selassie buna örnektir. 40 yıl süren iktidarı boyunca Selassie’nin etrafı kendisine sadık kişilerle çevriliydi ve görünüşte son derece popülerdi. Ancak Polonyalı gazeteci Ryszard Kapuscinski’nin 1978’de yazdığı ve Selassie’nin çöküşünü anlattığı kitabında ustaca belgelediği gibi, kıtlık ve enflasyonun hızla yükselişinin yol açtığı protesto dalgasıyla rejimin zayıflamasının ardından saray mensuplarının sadakati de hızla kayboldu. Sonunda “İmparatorların imparatoru” 1974’te askeri bir darbeyle iktidardan alındı.
Benzer şekilde Rus halkı da kendilerini ezen, istenmeyen bir savaşa sürükleyen ve ekonomilerini mahveden küçük bir grup elite karşı ayaklanabilir. Bu tür bir siyasi hareket şüphesiz stratejik planlama gerektirir, ancak sadece Putin’in düşüşü Ukrayna’yı özgürleştirebilir ve nükleer bir savaş riski olmadan Rusya’yı otoriterliğin zincirlerinden kurtarabilir.
Putin’in iktidarı, şimdiye kadar rejimine karşı en büyük meydan okuma olan Wagner Grubu lideri Yevgeny Prigojin’in isyanının bile onu devirmeyi amaçlamadığı dikkate alındığında, görece istikrarlı görünüyor elbette. Yine de eski bir Sovyet dönemi fıkrası, otoriterliğin gerçekliği çarpıtan etkisini göstermektedir. Joseph Stalin Moskova’da bulunan bir okulu ziyaretinde bir öğrenciye “Sezar’ı kim öldürdü?” diye sorar. Çocuk anında gözyaşlarına boğulur ve “Yemin ederim, ben yapmadım” diye haykırır. Stalin hışımla sınıftan çıkar ve öğretmenden bir açıklama yapmasını ister. Titremekte olan öğretmen Sovyet diktatörüne “Onu uzun zamandır tanıyorum, sizi temin ederim ki Sezar’ı o öldürmedi” diyerek öğrencisini savunur.
Öfkelenen Stalin okul müdürünü çağırır, müdür konuyu araştırmaya söz verir ve ertesi gün gelip çocuğun masum olduğunu söyler. Stalin daha sonra NKVD başkanını arar ve olayla ilgili öfkesini dile getirerek kapsamlı bir soruşturma yapılmasını ister. Gizli polis şefi de ona olayın aslını öğreneceğine dair söz verir. Gerçekten de iki gün içinde kendisine rapor verir: “Mesele çözüldü, çocuk itiraf etti” der.
Bu yazı Project Syndicate sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir.
HABERE YORUM KAT