Uğur Mumcu, Hrant Dink ve Misyoner Cinayetleri
Türkiye’deki ulus devleti gereğince tanımak için sorulacak ilk soru şu olmalıdır: Siyasi cinayetler ve psikolojik harp unsurlarının kullanılmasında resmi ideoloji ve iktidar sınıflarının rolü nedir?
“Katil devlet hesap verecek!” gibi sloganlar atıp o katil devletin isim ve eşkâlini tanımlamaktan aciz siyaset ve ideolojilerin muhalif tutumlarına itimat edebilir miyiz? Çok zor. Çünkü gün gelip “katil devlet” ile doğrudan veya dolaylı bir takım ilişkiler kurup resmi ideoloji ve iktidar sınıflarıyla paralelleşen muhalif siyasi odakların hiç de yabancısı değiliz.
İrticai Topluma Misyonerlik Nasihati
Sol-sosyalist, liberal veya milliyetçi siyasetin İslam dışı kökleri ve kodlarıyla Kemalist iktidar sınıflarının ki aynı havzadan neşet ettiği için İslamcılıkla irtibatlı olanların dışında toplumsal zemini güçlü gerçek bir muhalif duruş mümkün olamıyor. Ama bu demek değildir ki İslamcılıkla irtibatlı siyasi iddialar manipüle edilmeye, söylem ve eylem düzeyinde resmi ideolojinin yönlendirmesine maruz kalmayacaktır.
Bu çerçevede yakın siyasi tarihte devlet katında üretilen Rum, Ermeni, Kıbrıs veya Kürt sorununa benzer bir mahiyet taşıyan misyonerlik mevzusunda da kamuoyuna hâkim olan söylem ve tepki biçimini gözden geçirmekte fayda var. Çünkü birçok siyasal-sosyal hadise üzerinden olduğu gibi misyonerlik üzerinden de resmi ideoloji iktidarını perçinleme imkânı devşirmiştir. Rahip ve misyonerlere karşı gerçekleştirilen silahlı saldırı ve infial uyandıracak biçimde işlenen cinayetlerin merkezi ve uzun vadeli bir planlama sonucu ortaya çıktığını belgeleyen önemli gelişme bu söylediklerimizi bir kez daha teyid etmiş oluyor aslında.
2000 yılının başından itibaren düzenli olarak MGK, sonrasındaysa Ankara Ticaret Odası gibi ‘sivil’ toplum örgütleri, İnönü Üniversitesi gibi akademik kuruluşlar ve Zekeriya Beyaz gibi ‘ilahiyatçılar’ eliyle bir tehdit unsuru olarak sistematik olarak propaganda edilen konu misyonerlikti.
Daha sonra Kafes Eylem Planı’nda ‘operasyonlar’ şeklinde icra edildiği anlaşılan mesele şuydu: Şubat 2006’da Trabzon’da Rahip Santaro’nun 16 yaşındaki bir çocuk tarafından öldürülmesiyle başlayan süreç 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’in katledilmesi ve 18 Nisan 2007’de Malatya’da Zirve Yayınevinde üç kişinin boğazlanarak öldürülmesi. Ancak Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi müdahil avukatların taleplerini dikkate alarak Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından Ege Ordu eski Komutanı Hurşit Tolon’la beraber bazı muvazzaf subayların tutuklanmasına karar verdi.
Hrant Dink davasında da mahkemenin “örgütlü suç yok” kararını bozan Yargıtay yeni yargılamada Kafes Eylem Planı’nda bahsi geçen ‘operasyon’un mahiyetini sormak ve Ergenekon’un beyin takımını deşifre etmek üzere bir kapı açmış oldu.
Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki Tolon’un Zirve Yayınevi’nde işlenen cinayetlerle bağlantılı olarak “silahlı terör örgütü yöneticisi” olmak suçundan tutuklanması kamuoyunu misyonerlik gibi vesilelerle devlet sınıfları eliyle icra edilen psikolojik harekât planlarına ilgi göstermeye yöneltecektir.
“Katil devlet”in isim ve eşkâli konusunda ezelden beridir miyopluk, şaşılık, körlük veya idraksizlik yaşayan şartlanmış siyasi çevreler için bu gelişmelerin devleti tanımalarına herhangi bir katkısı olur mu, tabii onu bilemeyiz.
Dink’i ve Mumcu’yu Öldüren Kim?
1990’lar ve 2000’lerde işlenen siyasi cinayetlerin arasında önemli bir takım ortak noktalar var. Her bir cinayet devletin Milli Güvenlik Konsepti olarak ilan ettiği irtica, bölücülük veya Ermeni-misyoner tehditleri karşısında daha bir tahkim ediyor. Uğur Mumcu cinayeti ise devletin kendini tahkimi operasyonunda en önemli basamaklardan biriydi.
Uğur Mumcu kendisinden önce katledilen Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok halkasının bir devamıydı. Ama devlet katında “laiklik şehidi” ilan edilmesiyle birlikte “Sakıncalı Piyade” diğerlerinden daha çok fonksiyonel kılındı. Sol-sosyalist kesimlerin yanında Alevi-Bektaşi cemaatinin de Kemalizme daha güçlü bir biçimde yedeklenip biat ettirilmelerinde Mumcu suikastı sonrasında tertiplenen psikolojik savaş argümanları son derece etkiliydi.
Mumcu suikastı sonrasında birçok İslami çevre ve cemaat gözaltına alınıp ağır işkencelerden geçirildi, usulsüz yargılanıp delilsiz mahkûm edildi. Onlardan biri de Umut Davası olarak bilinen Tevhid-Selam ve Kudüs Ordusu suçlamalarıyla ilgili olandır. Ankara’da görülen davada Hasan Kılıç, Mehmet Ali Tekin, Ekrem Baytap, Abdülhamit Çelik ve Mehmet Şahin’e 6 yıldan 12 yıla kadar değişen ağır hapis cezaları verildi. Fakat dava haksız-hukuksuz ağır hapis cezalarıyla değil de Mumcu’nun bombalanan aracının hurdasının ailesine geri verilecek olmasıyla gündeme geldi.
Başta Abdülhamid Çelik olmak üzere bu davada cezalandırılan Müslümanlar, Mumcu suikastını üstlenmeleri için Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde en ağır işkencelere tabi tutuldular. Umut Davasında sorgulanması gerekenler asıl kimlerdir biliyor musunuz? Umut Davası’nı merkez medyanın işbirliğiyle 28 Şubat darbe sürecine katkı olarak manşetlerden ilan eden, başta Savcı Hamza Keleş ve Ankara TEM’in o dönemdeki işkenceci polisleri sorgulanmalıdır. İşkence altında ezberletilip kamuoyuna itiraf diye sunulan iftiralar, medya önünde sergilenen yer gösterme mizansenleri vs. gibi iğrençlikler için hangi kurumların emir ve görüşleri karşısında “hazır ol”dunuz?
Final sorumuz bürokratik oligarşiyle mücadele iddiasındaki siyasi iradeye: 28 Şubat cuntasının kanatları altına sığınan savcı ve polisler eşliğinde işkence altında zanlılara ezberletilen ‘itiraflar’ üzerinden Mumcu suikastının kapatılmaya kalkışılması karşısında Meclis ve Adalet Bakanlığı eli-kolu bağlı mı duracak?
YAZIYA YORUM KAT