Üçüncü Yol Değil, Bildik Baasçı Tezler
Dün yayınlanan ve imza kampanyası başlatılan "Suriye'de üçüncü yol mümkün" bildirisi bildik, Baasçı tezleri tekrarlıyor!
HAKSÖZ-HABER
Malum, ortak bildiriler imza ederek kamuoyuna steril duruşlar pozu vermeye pek meraklı aydınlardan geçilmiyor ülkemiz. Aydınların her dönem bir bildiriyle ortaya çıkışı hep yeni gibi takdim edilse de aslında fazlasıyla bayatlamış tezlerin tekrarından başkaca bir şey çıkmaz karşımıza. Üstelik neredeyse hep aynı imzalar… Maalesef böyle bir bildiri var yine önümüzde. Ancak öyle bir bildiri ki, insanı utandıracak kadar arsız ve tutarsız tezlerden müteşekkil.
“Üçüncü yol mümkün!” çağrısıyla kamuoyuna deklare edilen ve imzaya açılan bildiri güya savaşa karşı barış ve demokrasi çağrısı yapıyor. Güya yabancı müdahaleye ve mezhep savaşına karşı temkinli olma çağrısı gibi pozlara bürünüyor. Sanki sorunun asıl kaynağı lanse ettikleri bölgesel rekabetin aktörlerine çözümün bir parçası olma teklifi iletiliyor.
Bildirinin daha ilk cümlesinden itibaren tarafsızlık adına iğrenç bir üslupla Esed-Baas cuntasının ve arkasında duran Rusya, İran ve Hizbullah’ın zulümlerini örtmeye yönelik gayretler göze çarpıyor. Mesela barışçıl gösterileri kimin sabote ettiği, kimlerin hangi devletler adına vekâlet savaşı yürüttüğü özenle belirsiz bırakılmış. Çizilen tabloya bakarsak Suriye’de yarım asırdır tahakküm eden Baas-Esed rejimi tarafından tırmandırılan bir katliam değil de güçleri ve suçları eşit olan taraflar arasında sürüp giden bir iç savaşın yaşandığına inanmamız isteniyor. Böylesi bir utanmazlık ve tutarsızlıkla başlıyor “üçüncü yol mümkün” çağrısı.
Kronoloji dahi el çabukluğuyla çarpıtılıyor ve “Şimdi de sorunun dışarıdan yapılacak bir askeri operasyonla çözüleceği iddiası ile karşı karşıyayız.” gibi absürt bir cümle kurulabiliyor. Baas cuntasının çağrısı ve onayıyla Tartus’ta kurulan Rusya askeri üssü, MIG savaş uçakları ve Scud füzeleri başta olmak üzere Suriye halkına karşı kullanılan askeri imkânları inkar mı ediyorsunuz yoksa yerli ve yerinde mi sayıyorsunuz? Peki, İran ve Hizbullah’ın rejimin bekası adına giriştikleri kanlı savaşı açık ve kalıcı işgale dönüştüren stratejik konuşlanmasına siyaset bilimi ve felsefesinin hangi ekollerinden cevaz buldunuz da bir cümle olsun söz söyleyemiyorsunuz?
30 aydan fazladır Esed-Baas rejimi eliyle yıkılan şehirlere, katledilen insanlara sessiz kaldıkları yeterince utanç vermemiş gibi hala insanları ahmak yerine koymaya teşebbüs eden bir objektiflik müsameresi oynayabiliyorlar. Şu cümleye bir bakın: “Henüz kim tarafından gerçekleştirildiği bile kesin olarak ortaya çıkarılamamış olan kimyasal silah kullanılması gerekçe gösterilerek…” İyi ki Esed ve İran’ın yaptığı gibi muhalif İslami örgütleri suçlamamışlar diye şükredenler de olabilir tabii ki. Ama babadan oğula Esed rejiminin sicilini hiç mi bilmezsiniz, hiç haberiniz olmadı şimdiye kadar işledikleri bütün katliamları reddettiklerinde? Kimyasal silahı kim kullandı belirsiz, varil bombalarıyla şehirleri kim yıktı belirsiz, Scud füzeleriyle katliamlara kim girişti belirsiz, Reyhanlı’da bombalı saldırıyı kim yaptı belirsiz, bombalı araçlarla Lübnan’da Hariri gibi pek çok Esed muhalifini kim paramparça etti belirsiz, zindanlarda Suriye halkına kim işkence ediyor belirsiz, Şebbiha ve Muhaberat kimin bekası adına Suriye halkına kan kusturuyor belirsiz… Ki, aydınlar da heyecana gelmeden soğukkanlı bir biçimde sürecin sonuçlanmasını öneriyorlar bize.
Kurdukları cümlelere bakınca bu insanlar nerede ve hangi tarihte yaşıyorlar acaba demekten alamıyorsunuz kendinizi. Mesela muhteremlere bakılırsa kimyasal saldırı bahane edilerek girişilecek bir askeri müdahale “kimlik ve mezhep eksenli kanlı hesaplaşmaların tüm bölgeye yayılmasına…” vesile olabilirmiş. Elbette azınlık rejimin bel kemiğini oluşturan Nusayriler, Nusayri cuntasını korumak üzere seferberlik ilan eden İran ve Hizbullah’ın işgal ve cinayetlerini meşrulaştırmak üzere Şii fanatizmini ve Selefi düşmanlığını körüklemesi gibi konuları hiç konuşmamak lazım. Çünkü iş hemen Şii-Sünni çatışmasına, önü alınamaz etnik ve mezhep savaşlarına evrilebilir ki zaten emperyalistler de hep bunun için savaşırlar.
Suriye üzerine konuşurken evlere şenlik gibi kurulan şu cümleye bakar mısınız: “Türkiye ve İran, anlamsız üstünlük ve güç mücadelesini terk etmeli…” Niteliği ve niceliği tartışılabilir ama Türkiye adalet ve özgürlük adına Baas cuntasına karşı ölümleri göze alarak 30 aydır mücadele eden Suriye halkının yanında duruyor. İran ise 50 yıllık Baas-Esed cuntasının en iğrenç katliam ve yıkımlarına resmen ortak oluyor. Stratejisini despotizmin, katliamın, işkencenin, yıkımın, tehcirin sahibi Baas-Esed rejimin koruma ve kollama üzerine kurmuş İran ile karşısında yer tutan Türkiye’yi Suriye politikasında eşitlemeye çalışmak mantıksızlıktan da öteye gerçeğe karşı Donkişotça açılmış bir savaş olabilir ancak. “Herkes suçlu, hepimiz suçluyuz” gibi empatik saçmalıklara yaslanan bu kurguyla ancak çocukları kandırabilirsiniz.
Bütün bunların hepsinin üstüne yüksek bir kaygıyı işaretlemek ve çözüm için geç kalınmasın çağrısı yapıyormuş havasında sarf edilen “Türkiye kamuoyu keskin bir kutuplaşma içindedir” türü klişe tespitler tekrarlanıyor. Evet, keskin bir kutuplaşma var, kimse bunu inkâr edemez, etmemeli. Çünkü başından beri, 30 aydır Suriye’de katledilen kardeşlerimizin çığlığını şu ya da bu ideolojik hesaplar adına, bir mezhep adına, şu veya bu devletin bekasını muhafazaya memur olmak namına bastırmaya, inkâr etmeye çalışanlarla buna karşı direnenler bir olur mu? Esed rejimini, Şebbihaların cinayet ve zulümlerini savunup sahiplenenlerle, onu mazur gösterecek söylemlere girişenlerle veya sessizce geçiştirenlerle adalet ve merhameti ilke edinenlerin kutuplaşmasından daha doğal ve doğru ne olabilir? Elbette zalimlerin safında duran veya kendisini bu safın söylem ve eylemlerine yakın bulup da Suriye halkının direnişiyle aralarına mesafe koyanlarla nasıl olur da aynı kutup da yer alırız? Zillet ve zulüm, zalim ve işbirlikçileri bizden, bizler de onlardan elbette uzak olacağız. Aklın, hukukun, merhametin böyle bir ayrışma ve kutuplaşmayı öngörmediğini kim söyleyebilir?
Hanımlar beyler farkında değil belki; ABD yapımı Tomahawk füzeleriyle ölüm bir ihtimal ama Rusya yapımı Scud füzeleriyle 30 aydır Suriye halkının hayatı karartıldı. Siz bildiriye imza atan hanımefendi veya beyefendileri Suriye halkının katili Esed-Baas rejimini kınayan bir etkinlikte veya bildiriyi imzalamış olarak gördünüz mü? ABD’nin saldırı ve işgal söylentileriyle teyakkuza geçen bu insanların Rusya, İran ve Hizbullah’ın saldırı ve işgali karşısında iki cümle kurduğuna şahit olan var mı?
İyi de yarım ağız olsun mevcut zulme karşı çıkamamış mezkûr aydınların barışı ve birlikte yaşamın hukukunu kurmaktan bahsetmesini kim, neden ciddiye alsın? Bilgi ve tecrübesini pazarlık unsuru olarak kullanmayı marifet bilen, aydın duruşunu profesyonel bir meslek olarak icra etmeyi teamül haline getirmiş birilerinin kişisel hesaplarına angaje olmayacak kadar elhamdülillah aklımız başımızda, merhamet duygularımız yerinde. Üçüncü yolu zorlamak için önce birinci yolu yani Esed-Baas rejimine karşı verilen insani mücadeleyi desteklemeliydiniz. Rusya ve İran’ın destek ve teşvikleriyle Suriye’yi kan gölüne döndüren Esed-Baas rejimi karşısında 30 aydır yutkunanlar, orta sahada top çevirenler 100 binden fazla insanın ölümünü değil de ABD saldırısı ihtimaliyle ölmesi muhtemel olanları dert edinmesi çok takdire şayan doğrusu. Ölenler öldü nasılsa da asıl olan ABD eliyle gerçekleşecek ölümlerin önünü almak üzere seferber olanlara “maşallah, nazar değmesin” dememiz gerekiyor herhalde.
Not: Çağrıcılar listesinde Hüsnü Mahalli, Ceyda Karan, Fehim Taştekin, Alptekin Dursunoğlu, Kenan Çamurcu gibi doğrudan Esed/Baas ve İran-Hizbullah hegemonyası adına sahada psikolojik savaş veren aydınlar neden yok? Neden Emin Çölaşan ve Doğu Perinçek gibi Kemalist değerler adına Suriye konusunda sizlerle aynı tezleri savunan aydınlara da aranızda yer vermiyorsunuz? Niçin Ece Temelkuran ve Amberin Zaman gibi insan sevgisiyle dolup taşan, halkların özgürlük mücadelesine destek olan arkadaşlarınızı da aranıza almadınız? Eksik kadro zayıf bir görüntü arz ediyor, hatırlatalım da!
***
SÖZ KONUSU BİLDİRİ:
Dün yayınlanan ve imza kampanyası başlatılan söz konusu bildirinin tam metni:
BİR ÜÇÜNCÜ YOK MÜMKÜN!
On yıllardan beri diktatörlüğün baskıları altında yaşayan Suriye halkının, özgürlük ve adalet talebi ile başlattığı barışçıl gösteriler, sabote edilerek, ülke kısa sürede kanlı hesaplaşmalar ve vekâleten savaşların arenası haline getirilmiştir. Suriye’de iki yılı aşkın bir süreden beri devam eden acımasız iç savaş, 100 bin insanın hayatını kaybetmesine, milyonların mülteci durumuna düşmesine neden olmuştur.
Şimdi de sorunun dışarıdan yapılacak bir askeri operasyonla çözüleceği iddiası ile karşı karşıyayız. Bu iddia inandırıcılıktan yoksundur; muhtemel bir müdahale masumların ölmesini durdurmayacak, aksine bölgedeki yangını büyütecek, kaosu daha da derinleştirecektir.
Silahlı müdahalenin ve işgalin çözüm olmadığını bir milyona yakın insanın öldüğü Irak’ta bütün çıplaklığı ile gördük. Bunca kayıp ve yıkıma rağmen, ülkede kalıcı barış sağlanamamıştır. Bugün Irak, kimlik ve mezhep temelinde bölünmüş, parçalanmış, alt yapısı tahrip edilmiş, kaynakları yağmalanmış, her gün onlarca insanın patlayan bombalarla hayatını kaybettiği bir ülkedir. Yine küresel güçlerin müdahale ettiği Afganistan ve Libya’da durum pek farklı değildir. Askeri darbe ile seçilmiş yönetimin devrildiği Mısır da bir belirsizliğe doğru sürüklenmektedir.
Henüz kim tarafından gerçekleştirildiği bile kesin olarak ortaya çıkarılamamış olan kimyasal silah kullanılması gerekçe gösterilerek, dışarıdan yapılacak silahlı bir müdahalenin Suriye’de de benzer sonuçları doğuracağı açıktır. Ayrıca böyle bir müdahalenin, yıllarca sürecek olan kimlik ve mezhep eksenli kanlı hesaplaşmaların tüm bölgeye yayılmasına zemin oluşturacağı uzak bir ihtimal değildir.
İki yanlıştan bir doğru çıkmaz; Suriye’deki ateşi daha büyük ateşler söndüremez; Esad rejiminin belini bükecek sınırlı bir müdahale de, Esad’ı devirecek bir işgal de çözüm değildir. İhtiyaç duyulan, derhal ateşkes ve barış görüşmelerinin başlamasıdır. Daha fazla zaman ve kan kaybetmeden, tüm tarafların katılımı ile demokratik bir seçim ortamının hazırlanmasına odaklanılmalıdır.
Barışa öncülük etmesi gerekenler bölge ülkeleridir. Çatışmayı desteklemek, dışarıdan yapılacak müdahalelere ortam hazırlayan girişimlere ümit bağlamak yerine, Suriye halkının kendi geleceğine yönelik kararı kendilerinin vermesine saygı duymak ve bunun zeminini oluşturmak için gayret göstermek gerekir.
Başta Türkiye ve İran olmak üzere tüm bölge ülkeleri dış politika yönelimlerini gözden geçirmek durumundadır. Suriye’de ateşkes yapılması ve barış görüşmelerinin başlaması, bölge ülkelerinin taraf olmaları ile değil arabuluculuk yapmaları ile mümkündür. Bu coğrafyanın bir parçası yanarken diğer parçalarının emniyette olmasının mümkün olmayacağı unutulmamalıdır. Türkiye ve İran, anlamsız üstünlük ve güç mücadelesini terk etmeli; bölge halkı onlardan çatışmaların tarafı olmalarını değil çözümün aktörleri olmalarını bekliyor. Derhal barış masası kurulmalı ve tüm taraflar, çözüm üretmeden kalkmamacasına bu masaya oturmalıdır.
Savaşlardan, iç çatışmalardan, katliamlardan, acılardan yorgun düşen bir coğrafyanın halklarının yeni ölümler getirecek arayışlardan uzak durması gerekir. Suriye’de ve tüm bölgede ihtiyaç duyulan barıştır. Barış, tüm farklılıkların, kimlik ve mezheplerin bir arada yaşamasını garanti edecek gerçek demokrasiler ve ortak kurumlar inşa etmekle mümkün olacaktır.
Yaşanan bu insanlık trajedisi ve yaklaşmakta olan daha büyük savaşa karşı ortak ilkesel bir tavır sergilenmek zorundayız. Ne yazık ki Türkiye kamuoyu keskin bir kutuplaşma içindedir. Her şey, böylesine bir insanlık trajedisi bile, bu kutuplaşmanın malzemesi yapılabilmektedir. Her konuda olduğu gibi Suriye’de yaşanan trajedi ile ilgili de iki kanlı yol önümüze konmaktadır. “Askeri müdahaleye karşıysan eli kanlı diktatörden yanasın” deniliyor. Hayır; diktatörlüğü de, diktatörün yaptığı katliamları da reddediyoruz. Aynı şekilde Suriye’nin bombalanmasını, işgal edilmesini de asla kabul etmiyor, çözüm olarak görmüyoruz.
Bir üçüncü yol mümkündür. Bu yol, düşmanlık değil kardeşlik, savaş değil barış, diktatörlük değil demokrasi yoludur.
Gelin, birlikte güçlü bir çağrıyı yükseltelim; her türlü zulüm, sömürü ve savaşa karşı “barış olmadan özgürlük, adalet olmadan barış olmaz ” diyelim. Güç odaklarının, çıkar çevrelerinin, savaşlardan medet uman iktidarların karşısına dikilelim; barışın ve birlikte yaşamanın hukukunu inşa edelim.
ÇAĞRICILAR
Cihan AKTAŞ, Ümit AKTAŞ, Hayko BAĞDAT, Mehmet BEKAROĞLU, Ayhan BİLGEN, Ali BULAÇ, Aydın ÇUBUKÇU, Mehmet EFE, Ömer Faruk GERGERLİOĞLU, Şebnem Korur FİNCANCI, Gencay GÜRSOY, Cihangir İSLAM, Hüda KAYA, Zeki KILIÇASLAN, Jülide KURAL, Ömer LAÇİNER, Nuray MERT, Sırrı Süreyya ÖNDER, İzzettin ÖNDER, İslam ÖZKAN, Yıldız RAMAZANOĞLU, Nuray SANCAR, İbrahim SEDİYANİ, Sonnur SEZER, Cem SOMEL, Şebnem SÖNMEZ, Nur SÜRER, Altan TAN, Sezgin TANRIKULU, Cem TERZİ, Mehmet TURKAY, Ahmet Faruk ÜNSAL, Beyza ÜSTÜN
HABERE YORUM KAT