Üç darbeden miras kalan 'yüksek yargı'
Yüksek yargı mensuplarının yöneticileri, AK Parti’nin hazırladığı Anayasa değişiklik paketine karşı çıkarken, yapılmaya çalışılan değişikliğin ‘siyasetin yargıyı ele geçirmek istemesi’ şeklinde yorumluyorlar.
Türkiye’nin yakın tarihinde üç askeri darbe gerçekleştirildi. Bu üç askeri darbe döneminin birincisinde yani 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından Anayasa tamamen yeniden yazıldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi döneminde askerler, 1961 Anayasası’nın eksik buldukları bölümlerine yeni ilaveler yaptılar ve Anayasa’nın eksik militarizmini güçlendirdiler.
Üçüncü askeri darbe olan 12 Eylül 1980 sonrası hazırlanan 1982 Anayasası bu iki denemeden çıkarılan derslerle yeni baştan kaleme alındı. Bu Anayasa’yla militarizmin ve atanmışların gücü iyice artırılarak, Meclis’in siyaset yapma alanı daraltıldı. Siyaset alanının en önemli aktörleri olarak askerler ve yüksek yargı kurumları daha da öne çıktılar.
1982 yılından sonra iktidara gelen hükümetler, bu Anayasa’da defalarca değişiklik yaptılar, ancak bütün bu değişiklikler askerlerin ve yüksek yargı kurumlarının izni çerçevesinde yapıldı. Değişikliklerde asker-yargı hegemonyasına dokunulmadı, ta ki Avrupa Birliği adaylık süreci başlayana kadar.
2002 yılının sonunda AK Parti’nin tek başına hükümeti kurmasıyla birlikte bu hegemonya ile hükümet arasındaki çelişmeler şiddet kazandı. Türkiye ekonomik ve sosyal alanda ciddi değişiklikler yaşıyordu. Global etkinliğini arttıran Türkiye, Avrupa Birliği üyeliğini zorluyordu.
***
1982 Anayasası bir darbe Anayasası’dır. Daha önceki 1961 Anayasası da darbe Anayasası’ydı. Darbeciler, sivil iktidarları al aşağı ettikleri için, sivil döneme geçildiğinde asker egemenliğini garanti altına alacak şekilde bir yapı kurmuşlardı. Bu yapının kalbini anayasa oluşturuyordu.
Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesini tartıştığımız günlerde, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Komisyonu üyeleriyle bir araya gelmiştik. O buluşma sırasında, değişikliğe karşı çıkan CHP’li Komisyon üyelerinin, askerin ‘hayır değiştirmeyin’ tepkisini temel argüman olarak öne sürüyor olduklarını gözlemledik. Hatta zaman zaman bu konuda asker adına ‘tehditkâr’ ifadeler kullandıkları da aktarılıyordu.
Asker, bu kurulan yarı askeri rejimin bekçisi olarak hareket ediyordu. 28 Şubat döneminde asker, yüksek yargı ittifakının en yüksek düzeydeki uygulamasına tanık olduk. Yüksek yargı kurumları tam takım halinde askerin siyasete müdahalesine destek veriyorlar, sivil alanın olabilecek en dar hale getirilmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı.
***
Şimdi değişik bir dönemdeyiz. Ancak dayandığımız yasal zemin değişmiş değil. Anayasa bütün siyasal sistemin temeli olarak hala yüksek yargıyı ve askeri bu sistemin temel ‘koruyucuları’, ‘muhafızları’ olarak görüyor. Kime karşı: Seçimle gelmiş meclislere ve hükümetlere karşı.
Yaşanan Anayasa tartışmasının özü; bir yönden ‘sivil alan-askeri alan çatışması’, diğer bir yönden de ‘farklı kuvvetler arasındaki dengeyi bulma arayışı’ olarak tanımlanabilir. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin geçerli olduğu ülkelerde, farklı kuvvetler birbirlerini frenlerler ve dengelerler. Kuvvetler ayrılığı, tek bir kuvvetin diğer kuvvetleri istediği zamanlarda ve şekillerde frenleyebilmesi anlamına değil farklı kuvvetlerin (yasama-yürütme-yargı) birbirlerini karşılıklı olarak frenleyip dengeleyebilmesi anlamına gelir. Kuvvetler arasında denge kurulmasının bir yolu da, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden geçiyor. Türkiye’de ise, bütün ‘ana kuvvet’in Ankara’daki yargı merkezlerinde toplandığı, yerel yönetimlerin de yasama ve yürütmenin de bu ‘merkezi güç birikimi’ karşısında cılız ve/veya savunmasız konumda olduğu bir merkezi otorite sistemi var.
Daha kısa şekilde ifade edersek: Halkın desteğiyle seçilmiş iktidarların, aldıkları oy oranı her ne olursa olsun, bir Yargıtay Başsavcısı’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin 7 üyesinin kararıyla çok kolay şekilde yok edilebildikleri bir ülkede yaşıyoruz. Anayasa Mahkemesi’nin, Meclis’teki ve Meclis dışındaki partileri en rahat ve hızlı şekilde kapatabildiği ülkeler sıralamasında liderliğe oynuyoruz.
Ayrıca, kapatma davaları açan savcılar da, kararı verecek olan Anayasa Mahkemesi üyeleri de kimseye karşı sorumlu değiller. Hesap verecekleri herhangi bir makam veya topluluk yok. Bu makama getirilen kişilerin çoğunun ideolojik özellikleri ön planda tutularak tayin edildiklerini ve bir siyasi topluluk haline dönüşmüş oldukları, yani bu makamın adeta bir siyasi parti gibi hareket ettiği de sır değil.
Meclis ve siyasi partiler üzerindeki bu hegemonik yapılanma, ülkemizin siyasi yaşamını defalarca altüst etti. Yargının sahip olduğu bu frensiz, dengesiz ve kontrolsüz gücün artık diğer güçler tarafından frenlenebilir ve dengelenebilir hale gelmesinin toplumumuza ne zararı olabilir?. Türkiye’deki ‘ezici merkezi güç birikimi’nin artık yerini gerçek bir kuvvetler dengesine bırakması, acil bir ihtiyaç olarak karşımızda.
RADİKAL
YAZIYA YORUM KAT