Tuzun Koktuğu Nokta: Haberal Kararı
Mehmet Haberal için tahliye vermeyen hakimlere verilen ceza ile, Ferhat Sarıkaya, Sacit Kayasu ve Erzurum özel yetkili savcılarının başına gelenlerin bir benzeri bu kararla yaşanmış olmaktadır. Adnan Küçük’ün yorumu:
Tuzun koktuğu nokta / Adnan KÜÇÜK
Türkiye'de yüksek yargı menşeli çok ciddi sorunlar yaşanmakta; kolay kolay hiçbir hukuki kalıba girdirilemeyecek kararlar verilmekte. Bugün bunun en son örneğini ele almak istiyorum.
Daha önce Yargıtay 4. Hukuk Dairesi tarafından İstanbul Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi'nde görev yapan ve Ergenekon davası sanıklarından Prof. Dr. Mehmet Haberal için tahliye kararı vermeyen 9 hâkim hakkında 1.500'er TL tazminat cezası verilmişti. Birkaç gün önce, bu cezanın verilmesi esnasında Sayın Haberal ile alakalı verilen ve ayakta tedavi edilmesinin uygun olduğu ifade edilen beş kişilik (4 profesör 1 doktordan teşekkül eden) bilirkişi raporunun 4. Hukuk Dairesi'nden gizlendiği skandalı kamuoyuna yansıdı. 4. Hukuk Dairesi'nin bu kararı hakkında Yargıtay Hukuk Genel Kurulu onama kararı verdi. Bu karar hem Anayasa, TCK ve CMK hükümlerine, hem âdil yargılama ve yargı bağımsızlığı ilkelerine esaslı bir şekilde aykırılık teşkil etmektedir. Şöyle ki:
Türkiye'de, kamu görevlilerinin görevleri kapsamında yapmış oldukları fiil ve işlemlerden dolayı ortaya çıkan hukuki sorumluluk ile alakalı idare hukukunda bir temel ilke vardır: "Kamu görevlilerinin bu tür fiil ve işlemlerden dolayı kişilere verilen zararlardan idare sorumludur." Nitekim bu ilkeye Anayasa'nın 129/5. maddesinde de yer verilmiştir. Buna göre: "Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir". Anayasa'daki bu hükümle yetinilmemiş; tutuklama konusu bir de Ceza Muhakemesi Kanunu'nda (CMK) düzenlenmiştir. Bu kanunun 141. maddesine göre:
"Suç soruşturması veya kovuşturması sırasında; kanunlarda belirtilen koşullar dışında yakalanan, tutuklanan veya tutukluluğunun devamına karar verilen kişiler, maddî ve manevî her türlü zararlarını devletten isteyebilirler".
CMK'nın 141. maddesinin son fıkrasına göre bu dava ancak beraat kararı verildikten sonra açılabilir. Bu hükme göre, şayet İstanbul Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi, Haberal hakkında beraat kararı verirse, bu kararda, Haberal'a tazminat hakları bulunduğunu bildirerek, bu hususu verilen karara geçirmesi gerekir.
Bu hükümler çok açık ve nettir. Anayasa ve CMK'daki bu hükümler karşısında şayet İstanbul Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi'nde görev yapan hâkim ve savcıların, yetkileri dahilinde vermiş oldukları tutuklama ve tahliye talebini ret kararları bağlamında Sayın Haberal zarar görmüş olsa bile, yapılması gereken, tazminatın ilk önce devlet tarafından ödenmesidir. Belki burada şu soru akla gelebilir. Kamu görevlisi de olsa, bu hâkimlerin kişilere vermiş oldukları zararları niçin devlet ödesin? Hukukumuzda bu sorunun cevabı da vardır. Şayet verilen bu zararda ilgili kamu görevlisinin bir kusuru varsa devlet ona rücu eder.
Burada söz konusu hâkimlere rücu edilebilmesi için tutuklama ve tahliye talebini ret işleminin Türk Ceza Kanunu'nun 257. maddesinde düzenlenen "görevi kötüye kullanma" suçu teşkil edecek şekilde işlenmiş olması gerekir. İşte ancak bu hâkimlerin söz konusu işlemleri görevi kötüye kullanma suçu teşkil ettiğinin mahkeme kararı ile sabit olduktan sonra, ancak rücu davası bağlamında bu tazminata hükmolunabilir. Bunun için izlenmesi gerekli süreç şu şekildedir: (1) İstanbul Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Haberal hakkında beraat kararının verilmesi gerekir. (2) İlgili mahkemenin bu kararında "Haberal'ın tazminat haklarının bulunduğunun belirtilmesi". Bu çerçevede Sayın Haberal'ın uğramış olduğu zararlar devlet tarafından karşılanır. (3) Bu zararlar devlet tarafından karşılandıktan sonra, rücu şartları mevcut ise devlet bu 9 hâkime karşı rücu davası açar.
YARGIDAKİ KORKU İMPARATORLUĞU
Bu hükümler karşısında, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi ile Hukuk Genel Kurulu'nun vermiş oldukları kararların hukuka uygun olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir.
Gelelim meselenin yargı bağımsızlığı konusuna. Burada ilgili hâkimler, kanunun kendilerine vermiş oldukları takdir yetkisine dayanarak tutuklama kararı vermişlerdir. Bu kararı verme konusunda takdir yetkisi hâkimlere aittir. Bu hâkimler de bu yetkilerine dayanarak bir karar vermişlerdir. Bu kişilere, kullanmış oldukları bu hukuki yetkiden dolayı, hem de hukukun öngördüğü bütün prosedürleri yok sayarak ceza vermek, yargı bağımsızlığını ortadan kaldırır. Çünkü yukarıda sözü edilen prosedür ile hem zarar gören kişiler için bir teminat sağlanmakta; zararların devlet tarafından karşılanması teminatı getirilmekte hem de ilgili kamu görevlisine bir güvence sağlanmakta; görevini daha rahat icra etmesi güvence altına alınmış olunmaktadır. Yargıtay'ın bu kararlarında bütün bu güvenceler yok edilmiştir. Bir hâkim hakkında, görevi kötüye kullanma suçunun gerçekleştiği yönünde bir karar olmaksızın, sırf vermiş olduğu tutuklama ve tahliyeyi ret kararlarının hukuki gerçekliğe aykırı olduğu; yani takdir yetkisinin doğru kullanılmadığı gerekçesi ile bu hâkimler hakkında ceza vermek hâkim güvencesini tamamen ortadan kaldırır. Hiçbir hâkim bu karar karşısında tutuklama kararı vermeye cesaret edemez. Bu durumda hâkimler yüksek yargı tarafından ciddi manada baskı altına alınmış olmaktadır. Yargısal bir kararın verilmesinin cesaret meselesi haline geldiği bir ortamda bu görevin sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi mümkün değildir.
Gelelim âdil yargılama meselesine. Adil yargılamanın bir gereği de, sanıkların delilleri karartmasının ya da cezalandırılabilmesi imkânını ortadan kaldıracak şekilde yurtdışına kaçmalarının önlenmesi için tutuklama kararının verilebilmesidir. Bu kararın verilmesi diğer yargılama işlemleri kadar önemlidir. Bu kararların verilmesinin, Anayasa, CMK ve TCK hükümleri ile İdare Hukuku ilkelerine açıkça aykırı bir şekilde verilecek cezai yaptırım tehdidi altında olduğu bir ortamda, hâkimlerin, tutuklamayı gerekli kılan şartlar gerçekleştiği halde, bu tehditten korkarak, tutuklama kararı vermekten çekinmeleri olgusu ortaya çıkabilecektir. Bunun anlamı şudur: Gerçekte şartları gerçekleştiği halde bu korku altında tutuklama kararının verilmeyeceği her bir durumda, sanıklar delilleri karartmaya devam edebilecek ya da bu kişiler yurtdışına kaçarak verilebilecek cezaların infazını imkânsız hale getirebilecektir.
Kısaca şunu söylemek mümkündür. Daha önceleri Ferhat Sarıkaya, Sacit Kayasu ve Erzurum özel yetkili savcılarının başına gelenlerin bir benzeri bu kararla yaşanmış olmaktadır. Bütün bu örnekler Türk yargısı açısından iç karartıcı olumsuz örneklerdir. Bu ortamda tam yargı bağımsızlığı içinde âdil bir yargılama yapabilmek mümkün değildir. Bu hukuksuzluk ilk derece mahkemelerinin hukuka uygun kararlar vermesini sağlamakla görevli bir yüksek mahkemeden gelince, hukuki vahamet çok daha artmaktadır. Bu durumda artık tuzun koktuğu noktaya gelinmiş demektir.
ZAMAN
HABERE YORUM KAT